Beyazid-ı Bistami (r.a)

Beyazıd-ı Bestami zamânında binlerce velî vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sâhibi idi. Fakat asrın kutupluğu, ümmî bir demircinin üzerinde idi. O bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydi.

Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedi. Bir gün dükkânına gitti. Selâm verdi. Onu görünce, çocuklar gibi sevindi. Ellerine sarıldı, uzun uzun öptü ve ondan duâ ricâ etti.

Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için kendi makâmından habersizdi. Ondan duâ isteyince dedi ki: “Ben senin ellerinden öpeyim de, sen bana duâ et! Sizin duânıza muhtaç olan benim!”

O ise şöyle cevap verdi: “Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!”

Bunun üzerine o da; “Derdin nedir? Söyle bir çâre arayalım?” dedi. “Acabâ kıyâmet gününde, bunca insanın hâli ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok.” dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Bâyezîd-i Bistâmî’yi de ağlattı. O vakit içinden; “Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim diyenlerdendir.” diyen bir ses duydu. Hemen içindeki hayret silindi. Kutupluk makâmının bu demirciye niçin verildiğini sezdi.

Anladı ki, böyleleri, sevgili Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakîkatine mazhardır. Demirciye dedi ki: “İnsanların azap çekmesinden sana ne?”
Demirci de; “Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğurulmuştur. Cehennem ehlinin bütün azâbını bana yükleseler de, onları bağışlasalar, ben saâdete ererim ve derdimden kurtulurum.” dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî bir gün talebeleriyle giderken delilerin bulunduğu bir tımarhânenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada delilerin tedâvileri için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp; “Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?” diye sordu.

Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delilerden biri, Bâyezîd’in teveccühü ile şöyle dedi:
“O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istigfâr yaprağıyla karıştırıp, kalp havanına koyarak, tevhîd tokmağıyla iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra Aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir.”

Esrar ve hakikatler konusunda içe işleyen bir nazarı ve tesirli bir ciddiyeti vardı. Daima kurb ve heybet makamında bulunurdu. Mahabbet ateşine gark olmuştu. Aralık olarak bedenini mücahedede, kalbini müşehadede tutardı. Hadis sahasında, senedi ali olan rivayetleri vardı. Tasavvuf yolunun manalarını, sahih bir şekilde ortaya koyardı.

Tasavvufi sahaya bayrak dikmiş idi, kemali de hiç gizli değildir. Hatta hakkında Cüneyd (r.a) ;
– Cebrail ‘in melekler arasındaki yeri ne ise, Bayezid ‘in aramızdaki yeri de odur, demişti.

Yine O;
– Tevhid sahasına girenlerin seyrettikleri meydanın nihayeti, Beyazid’in bulunduğu meydanın bidayetidir demişti. Onun ayak bastığı yerin bidayetine varan erenlerin cümlesi hep orada dolaşır, aşağı iner ve orada kalamazlar. Beyazid’in;
– Bizim gibi bir gülün açması için, bir gül bahçesinin üzerinden ikiyüz senenin geçmesi lazım gelir , demesi de yukarıdaki sözün doğruluğunun delilidir.

Derler ki; ceddi mecusi idi. Babası ise Bistam’ın ileri gelenlerden biriydi. Vakıası, anasının karnından itibaren kendisine yoldaş olmuştu. Nitekim anasının;
– Ona hamile iken, ne zaman helal olduğu şüpheli bir lokmayı ağzıma koyacak olsam, bu lokmayı ağzımdan atana kadar karnımı teperdi, dediği nakledilir.

Bu sözün doğru olduğunun delili de şudur; Beyazid ‘e sormuşlar;
– Bu yolda kişiye yaraşan nedir?
– Aanadan doğma devlet (ve saadet)!.
– Şayet bu yoksa?
– Bilgin bir kalb!
– Şayet bu yoksa?
– (Hakk’ı) gören bir göz.
– Bu da yoksa?
– (Hakk’ı) işiten kulak.
– Bu da yoksa?
– Fücceten ölüm. 
Naklederler ki, Kabe’ye varması için, oniki sene bir zaman gerekmişti. Bir kaç adımda bir seccadesini serip iki rekat namaz kılıyor ve; 
– Burası dünya padişahlarının salonu değil ki, bir baş burada koşturalım 
dedi ve Kabe’ye vardı, ama o sene Medine’ye gitmedi; 
– Peygamber (a.s) ziyaretini bu ziyarete tabi kılmak edebden değildir. Onun için ayrı ihrama gireceğim 
dedi. Ertesi sene dönüp geldi, tekrar ihrama girdi. Yolda vardığı şehirde, büyük bir kalabalık peşine düşmüştü. Buradan ayrılınca halk yine onun peşini takib etti. Beyazid baktı ve; 
– Bunlar kimdir? dedi.
– Bunlar senin sohbetinde bulunmak istiyorlar, 
dediler. Bunun üzerine; 
– Ya Rab! Kendini halk perdesiyle benden perdelememeni dilerim! 
sözünü söyledikten sonra onların gönlünde kendisi hakkında mevcud olan sevgiyi izale etmek ve karşılaştığı zahmeti onların yolundan kaldırmak istedi. Sabah namazını eda edip onlara baktı ve; 
– “Hiç şüphe yok ki, ben Allah’ım, benden başka ilah da yoktur. O halde bana tapınız.” 
(Taha/14) dedi. Bunun üzerine oradakiler; 
– Galiba bu adam divanedir, 
dediler, onu terkedip oradan ayrıldılar. Halbuki şeyh onlara burada Yüce Allah’ın lisanıyla hitab etmişti.. 
Naklederler ki, bir kere Hacca gitmeye karar vermiş, ama bir kaç konak gittikten sonra geri dönmüştü. Dediler ki;
– Sen Hacca gitme kararından hiç dönmezdin ne oldu? Dedi ki;
– Yolda kılıcını çekmiş bir zenciye rastladım, bana “Geri dönersen ne ala, yoksa başını bedeninden ayırırım” dedi. Sonra da ekledi;
– Allah’ı Bistam’da bırakıp Beytul Haram’a gidiyorsun ha!

Biri yanına gelip;
– Nereye gidiyorsun? diye sordu.
– Hacca dedim.
– Neyin var? dedi.
– Yirmi dirhemim, dedim.
– Onu bana ver ve yedi kere çevremi tavaf et, senin Haccın işte budur dedi. Ben de öyle yapıp geri döndüm..

Check Also

Emir Sultan (r.a)

Seyyid Muhammed Buhara’da doğar. Kendini bildi bileli ilim meclislerine koşar. Okur, okutur, öğrenir, öğretir, hasılı ...