Alternatif Hayat Derslerinin Paradigması

 

Dr.MICHIO KAKU İLE SÖYLEŞİ

Röportaj : Stephen Marshall / Guerrilla News Network
Çeviren : Dr. Mesut Özler/ Pamukkale Üniversitesi, Fen Fakültesi

Michio Kaku kuantum üzerine çalışan sayılı fizikçilerden biridir.

Haberin devamında onunla kuantum ve sicim teorisi üzerine yapılmış bir söyleşi var.

Oldukça aydınlatıcı bir yazı…

Stephen Marshall – Günaydın Dr. Kaku sanırım yapmamız gereken ilk şey kullandığımız bazı terimleri açıklamak olacak. Kuantum Teorisi ve Sicim Teorisi ile başlayalım.

Michio Kaku – Sicim Teorisi, Rölativite ile Kuantum Teorisini birleştirmektir. Bu küçücük sicimler titreştiğinde notalar üretirler ve bu notaların evrende bulunan atom altı parçacıklar olduğuna inanıyoruz.

Bu notaların oluşturduğu melodilere kısaca “madde” diyoruz ve bu melodiler senfoniler yarattığında buna da “evren” diyoruz. Şimdi, bu sicimlerin yarattığı armoniler de fizik yasalarıdır.

Bununla birlikte, bu sicimler hareket ettiğinde, tıpkı Einstein’ın yıllar önce öngördüğü şekilde, etrafındaki uzay ve zamanı bükerler veya eğriltirler.

Bu nedenle, eğer Einstein hiç doğmamış olsaydı bile, Sicim Teorisinin bir sonucu olarak Einstein’ın Genel Rölativite Teorisini keşfedebilirdik, çünkü Sicim Teorisi, Genel Rölativite Teorisini de bünyesinde barındırır. Ama Sicim Teorisi on boyutlu bir hiper-uzayda tanımlanmaktadır.

Bazı fizikçiler bunu ilk dönemlerde bir bilim kurgu olarak düşünüyorlardı.

“Nasıl oluyor da bizler on boyutlu bir evren içinde yaşıyoruz”?

Şüpheciler artık eskisi gibi sırıtamıyorlar. Bütün dünyada, çeşitli ülkelerin genel fizikçileri Tanrının zihnini okumamıza izin verebilecek olan Sicim Teorisi denen bu acayip teoriyi öğrenmek için can atıyorlar.
Bu teoriye göre hiper-uzaya yayılan rezonanslar halindeki bu müzik belki de Tanrının zihnidir.

S.M. – Şimdi size fizik ile spiritualite arasında bazı paralellikler olup olmadığını sormak istiyorum. Afrika’da “ubuuntu” denilen terimi kullanıyorlar. Bishop Tutu bunu tüm insanlığın birbirine bağlı olması kavramıyla tanımlamaktadır.

Yani bir kişiyi dahi incitsek aslında hepimiz incinmiş oluyoruz. Bu çok güzel bir kavram ve size sormak istediğim şey kısaca şu : Einstein’in Birleşik Alan Teorisiyle alakalı elde ettiğimiz sonuçlar nihayetinde batı bilimi ve bizim toplumumuz, bu ilkel kültürler denilen toplumların kendiliğinden kavradıkları gerçeklere doğru yaklaşıyor mu?

M.K. – Bazı insanlar şu soruyu soruyor: Batı uygarlığına baktığımızda, Batı medeniyeti mekanistik teorisi, sanayi devrimi, buhar makinesi ile soğuk değil mi? Analitik değil mi? Peki üçüncü dünya insanlarından ne haber? İlkel kültürler denen bu kadim kültürlerden ne haber? Onların kadim hikmeti nedir? Onlar bütünü ele alırlar.

Onlar, Batının indirgemeci biliminin aksine bütün hakkında, yani holistik konuşurlar. Peki, şimdi indirgemeciliğe bir göz atalım.

Bir taraftan indirgemecilik çarpıcı faydalar sağladı; bu sayede atomun doğasını anlayabiliyoruz, bize modern kimya bilimini verdi, böylece atomu parçalarına ayırmaya muktedir olduk ve yıldızların doğasını anlayabildik.
Daha sonra atomun daha derinlerini incelediğimizde kuarkları ve kuark modelini elde ettik.

Atomları parçalarına ayırdığımızda bu bütüncül, holistik anlayışa karşı kazanılan bir zafer gibi göründü.

Ama biran durun bakalım, burada bir soru var. Şimdi çok sayıda kuark var. Ayrıca garip isimlere sahip binlerce atom altı parçacıkla uğraşmak zorundayız.

Elimizde leptonlar, hadronlar, kapamezonlar, taomezonlar ve çok çeşitli parçacıklar var.

Kaliforniya’da, Berkeley Üniversitesinde doktora öğrencisi olduğum yıllarda yüzlerce atom altı parçacığın ismini hafızamda tutmak zorunda kalmıştım ve Tanrının doktora öğrencilerini bu kadar çok sayıda parçacığın ismini ezberde tutmalarını zorlayacak ölçüde gaddar olacağına inanmak çok zordu.

Sonraları daha bütüncül bir yaklaşım üzerine düşünmeye başladım.

Peki şu bir gerçek: Kuark modeli artık itici gücünü kaybetti. Şu anda 36 tane kuark, lepton ve nötrino var. Ama, bu kuark modelinin nereden geldiğini bilmiyoruz. Çok çirkin bir teori. Bir karınca yiyeni, bir balinayı ve bir zürafayı skoç teyple sarıp bunu doğanın en yüce başarısı olarak tanımladığımızı düşünün. Standart model, kuark modelini de içeren, çirkin bir teoridir. Hatta standart modelin yaratıcıları bile standart modelin günah kadar çirkin olduğunu söylüyorlar.

Şimdi öylesine basit ve bütünleşik görünen bir evrenin, temel düzeyde böyle korkunç bir teori yaratabileceğine nasıl inanabiliriz?

İşin cilvesi şu: Uzay ve zamana baktığımızda ve kuarkları, kütleçekim ve uzay-zaman dokusu ile birleştirmeyi denediğimizde, hiper-uzaya kaçınılmaz olarak girmek zorundayız.

Bu holistik bir teori; yalnızca atomaltı parçacıkların değil, fakat uzay-zaman, kütleçekim ve çeşitliliklerin teorisi….
Einstein’ın teorisi, yaratılışın kendisinin gücü hemen hemen bir inç uzunluktaki bir denklemde özetlenmiştir.
Gördüğümüz gibi, Batı medeniyetinin gücü ve holistik toplumların ilkelliği hakkında konuştuğumuzda gülmemeliyiz, çünkü indirgemeciliğin pili bitti artık.

Daha üst seviyedeki bir teoriye ihtiyacımız var: hiper-uzayın teorisine.

Öyle bir teori ki üç boyutla kısıtlı değil, on boyutlu bir teori, kendiliğinden holistik bir teori; kütleçekimini, iki çekirdek kuvvetini ve elektromanyetik kuvvetini birleştirsin ve bir noktada bize Tanrı’nın zihnini okumamıza izin versin.

S.M. – Güzel. İnanıyorum ki bu holistik teorinin kabulü ile bir canlı türü olarak elde edeceğimiz bazı faydalar olmalıdır.

Birbirimize şu anda olduğu gibi davranamayabiliriz. Tıbba daha farklı bir açıdan bakabiliriz. Fakat Dünyadaki insanların çoğunluğu için bir paradigma kaymasını gerçekleştirmek istiyorsak insanlara sağlam kanıtlar göstermeliyiz.

Bu nedenle benim sorum şu olacak: Bizler, Batı uygarlığı olarak bu paradigma kaymasından faydalanacaksak onun hakkında kanıt ve deliller bulmak ihtiyacında mıyız? Ve İlkel uygarlıklar adı verilen topluluklar sadece inanarak ve inanç sahibi olarak hayatlarına bir kazanç kattılar mı?

M.K. – Eski uygarlıklar denilen toplumlar ve inanç hakkında konuştuğumuzda şunu söyleyebiliriz. “Pekala, bilim deneye dayanır ve deneyin gücü Batı biliminin üstünlüğünü göstermektedir, ama bu o kadar doğru değil”.

Şunu anlamanız gerekiyor ki bugünkü bilimin sunduğu bilgilerin çoğu doğrudan yapılan deneylerle elde edilmiyor.

Mesela, Güneşin hidrojen gazından oluştuğunu nasıl biliyoruz? Hiç kimse Güneşe gidip bunu ölçmedi. Hiç kimse termometre kullanarak Güneşin yüzey sıcaklığını ölçmedi.

Güneşin hidrojen gazından oluştuğunu nereden biliyoruz? Çünkü yankılara, ekolara bakarız. Dünyaya ulaşan dolaylı yankı dediğimiz güneş ışığını inceliyoruz ve böylece bu bize Güneşin doğasını analiz etmemize izin veriyor.

Bilim adamları şimdilerde dış uzayda 49 tane kara delik gözlemiş durumdalar. Yaklaşık olarak ayda bir tane kara delik teşhis ediliyor. Fakat işin cilvesi şu ki kara delikler görünmez yapılardır. Öyleyse nasıl oluyor da kara delikler görünmezken Hubble Teleskopu yardımıyla bir kara delik gördüğümüzü biliyoruz?

Çünkü kara deliklerin yankılarını görüyoruz, dönme diskini görüyoruz, Biz kara delik civarındaki radyasyon desenini ve sinkrotron radyasyonunu görüyoruz.

İşte bu yankılara bakarak söyleyebiliyoruz; “ Evet, orada bir kara delik var.” O halde gördüğünüz gibi, Batı bilimi hiç de doğrudan ölçüme dayanmamaktadır.

Şimdi Sicim Teorisine bir göz atalım. Sicim Teorisi, bütün teorilerin teorisidir.

Bekli de Kütle Çekim Teorisini, Einstein’ın teorisini ve Kuantum Teorisini birleştiren Birleşik Alan Teorisidir.
Birleşik Alan Teorisi, tüm fizik bilgisini kapsayan bu teori belki de bir inçten uzun değil.

Sorun, bu teoriyi nasıl ölçeceğiz? br>Burada bir evren yaratmaktan söz ediyoruz. Eğer evren teorisini test etmek istiyorsanız, laboratuarda bir bebek evren yaratmak zorundasınız.

İşte inanç bu noktada devreye giriyor. Bir kere daha vurgularsak, Güneş’in hidrojen gazından meydana geldiğini biliyoruz, çünkü elimizde dolaylı yoldan elde edilen kanıtlar var.

Görünmez olmalarına karşın kara deliklerin fotoğrafının çekildiğine inanıyoruz, çünkü kara deliklerden yayınlanan radyasyonu görüyoruz.

Belki de bir gün İsviçre’nin Genevre kentinde bulunan Büyük Hadron çarpıştırıcısını kullanarak bu teoriyi dolaylı yoldan test edeceğiz. Bu atom-parçalayıcı sistem atomları parçalarına ayırıyor ve bize S-parçacıkları denilen Süper parçacıkları verebilir. Süper Parçacıklar, süper sicimlerin yüksek titreşim halleridir.

Bugün artık evrenin büyük çoğunluğunun atomlardan oluşmadığını bildiğimizi söylemeye gerek duymuyorum.
İster inanın ister inanmayın lisedeki kimya öğretmeniniz haksızdı. Evren, yüz kadar elementten oluşmamıştır.
Gözlenebilir evrenin %90’ı karanlık, yani görünmezdir, galaksileri sarmalamaktadır.

Hatta Hubble Uzay Teleskopu bu görünmez karanlık maddenin evren boyunca nerelerde kümelendiğini gösteren haritalar çizmemizi sağlamıştır.

Peki karanlık maddenin özünde ne var? Şu an geçerli teoriye göre fotino var. Fotino, fotonun süper partneri olup, tabir yerindeyse, sicimin yüksek oktavına karşı gelmektedir. Daha düşük oktavlar bize kuarkları ve leptonları vermektedir. Yüksek oktavlar ise s-parçacıklarını vermektedir.

Burada gördüğümüz gibi, Batı bilimi bile bir anlamda inanca dayanmaktadır.

Fakat, kişisel olarak ve bir teorik fizikçi olarak inanıyorum ki saf düşüncenin gücü Birleşik Alan Teorisini açmamızı sağlayacaktır.

İnancım o ki eğer yeterince akıllıysak bu denklemleri çözebiliriz.

Bu denklemlerden bazılarını ben yazdım; Sicim Alan Teorisi diye de bilinir ve bugün yaşayan hiçbir canlı ne benim denklemlerimi ve ne de Sicim Torisinin denklemlerini çözmeye muktedir değildir.

Fakat biri bu denklemleri kıracak olursa, aynen akseleratörlerden (hızlandırıcılardan) parçacıkların ortaya çıkışını gördüğümüz gibi, matematiksel olarak standart modeli, elektronu ve kuarkları da görebileceğiz.
Tekrar hatırlatıyorum, Batı bilimi her şeyi doğrudan ölçebilir inancını taşırken bu kadar küstah olmamalıdır.

Belki en ilginç şeyler; -karanlık madde, karanlık enerji, Birleşik Alan Teorisi, kara delikler-, hiçbir zaman doğrudan ölçülemez.

S.M. – Çok karmaşık ama sizi anladığıma inanıyorum. Bundan sonra Einstein hakkında konuşmak istiyorum. Lütfen Birleşik Alan Teorisini ve Einstein’ın bize bıraktığı mirası açıklayabilir misiniz?

İnsanların çoğuna göre Einstein dünyaya bakış açımızı kesin bir şekilde değiştirdi. Fakat bazılarına göre Einstein oldukça yıkıcı olmuştur, onun bilimi yıkım için kullanılmıştır.

Onun çalışmalarının canlı türlerinin evrimiyle olan ilişkisini, bazılarının ima ettiği gibi dejenerasyona zıt olması açısından, nasıl değerlendiriyorsunuz?

M.K. – Einstein’a baktığımızda karşımıza çok sayıda imaj çıkıyor, bunların bazıları Hollywood imajı, bazıları karikatür veya çizgi film imajı.

Hollywood çizgi filmini bir çeşit Einstein ekolü karakter olarak, yani uzay-zaman dokusuyla ilintili sihirbazlıklar yapan karakter olarak algılamadan izlemek zordur.

Einstein iki şeye karşılık gelir: Birincisi kuvvetlerin birleşimi ki bu doğallıkla anti-indirgemeci holistik, yani bütüncül bir yaklaşımdır.

Fizikçiler şeyleri bölüp parçalamaya alışık idiler.

Einstein ise kozmik bir teoriyle parçaları birleştirip bir araya getirmeyi istiyordu.

Bu teori dört temel kuvveti; kütleçekimi, elektromanyetizma, iki tane nükleer kuvveti açıklayacaktı.

Evrendeki tüm kuvvetleri bir inç uzunluğundaki bir denkleme sığdırarak bize Tanrı’nın zihnini okumamıza izin verecekti. Bununla birlikte, hayatının sonuna doğru, diğer fizikçiler ona güldüler, alay ettiler; şunu söylüyorlardı. “Sen çok hırslısın. Sen tanrı olmaya çalışıyorsun.”

Nobel ödüllü fizikçi Wolfgan Pauli bir keresinde Einstein’a hakaret etmişti ”Tanrının ayırdığını hiçbir kul bir araya getiremez” diyerek.

Einstein kuvvetleri birleştirmeyi denedi ama başarısız oldu.

Fakat bütüncül, holistik bir Bileşik Alan Teorisine giden yolu gösterdi.

Einstein’ın bir diğer mirası atom bombası değildir.

Aslında Einstein antinükleer hareketi miras bırakmıştır. Atom bombası Hiroshima ve Nagasaki’ye atıldıktan hemen sonra Atom Bilginleri Acil Komitesini kurdu. Bu komite sonunda Atom Bilginleri Bülteninin yayınlanması esinini yarattı. Bu bülten halen günümüzde varlığını antinükleer bir dergi olarak sürdürmektedir.

Einstein atomun içinde bulunan güç ve atom bombasının gücü hakkında derin çekincelere sahipti. 1905 yılında E=mc2 denklemini yazdığında, günün birinde uranyum atomlarının zincirleme reaksiyonlarının bütün bir şehri buharlaştıracağını bilmesine imkan yoktu. Ve o, bu teorinin yanlış ellere geçmesinden ölümüne korkuyordu. Bu nedenle, 1930’lu yıllarda Hitler’in atom bombası üzerinde çalıştığını anlamıştı.

Einstein’la ilgili ünlü bir hikaye vardır. Günün birinde genç bir Yıdırım Tugayı eri Einstein’ın kapısını çalar ve Einstein’a 3. Reich’ın yücelmesi için yeteneklerini kullanıp kullanmayacağını sorar. Einstein doğal olarak askeri kapıdan kovar. Efsaneye göre, Einstein bir hafta boyunca titremiş ve bir şey yiyememişti “Ben ne yaptım …eğer Hitler bir gün atom bombasını gerçekleştirirse!” diye merak ederek.

Einstein daha sonra şunu ifade etmiştir. “Eğer çalışmamın atom bombasının yapımına yol açacağını bilseydim, bir fizikçi yerine balıkçı olurdum.”

Hepimiz anlamalıyız ki fizik güç demektir. Madde, enerji, uzay-zamana gücü yetmek demektir.

Fizik bilimi bir kılıca benzer. Öyle bir kılıç ki bir nükleer savaşla insanlığa zarar verebilir ve tümden yok edebilir.
Fakat iki yüzlü bir kılıçtır. Kılıcın diğer tarafı yoksulluğu, hastalıkları ve cahilliği yok edebilir. Bilim bir araçtır.
Şimdi soru şu: Bu aracı kim kullanacak? Savaş çığırtkanları mı? Petrokimya sanayicileri ve çevre düşmanları mı? Yahut da bilim kılıcını kullanan insanların arzusu mu olacak? Bu henüz karara bağlanmış bir şey değil.

S.M. – Ünlü kitap. Thomas Kuhn’un “Bilimsel Devrimlerin Yapısı”. Kitabının efsanevi giriş bölümünde Kuhn, bilimsel düşüncede paradigma kaymasının etkilerinden, bu etkilerin bazı durumlarda kanlı bir devrime benzerliğinden söz ediyor.

Kendi açınızdan Einstein’dan sonra deneyimlenen paradigma kaymasını tarar mısınız?

Ve daha da önemlisi, bilimdeki paradigma kayması insanlığı nasıl etkiledi?

Bu kayma bizlerin karşılık politik yaklaşımlarımızda bir değişikliğe yol açtı mı?

MK: Paradigma kaymasından bahsettiğimizde, 20. yüzyılın en büyük paradigma kaymalarından biri olan Einstein’ın teorilerine bakmak zorundayız.

Einstein yalnızca Time Dergisinin anketlerinde Yüzyılın Adamı seçilmekle kalmayıp, birçok tarihçi onu ilk beş arasında, insanlık tarihinin son bin yılını etkileyen ilk beş insan arasında göstermiştir.

Fakat bu adam aslında ne yaptı?

Onun ortaya attığı paradigma kaymaları neydi?

İlk paradigma kayması madde ve enerjiydi; 1905 yılında Özel Rölativite Teorisini ortaya koydu. Eskiden bir kayanın kaya olduğunu düşünürdük, kaya ve bir ışık demeti asla aynı özellikte değildir. Bir ışık demetinin bir kayayla ne ilgisi olabilir? Fakat Einstein’ın gösterdiği gibi, eğer bu kaya uranyumsa o ışık nükleer ateştir, o halde evet Uranyum nükleer ateşe dönüşebilir -bekli de Güneş’in ateşi- belki de bir yıldızın iç kısımlarında füzyona uğrayan hidrojen gazının ateşi-, yahut da belki bir gün dünya gezegenindeki tüm hayatı harap edecek nükleer ateş. Tek bir denklem için hiç de kötü değil: E=mc2

İkinci paradigma kayması 1915 yılında gerçekleşti ve ister inanın ister inanmayın birinciden daha büyük etki yarattı.

Şimdi evrenin kendisi hakkında konuşuyoruz.

Bu Paradigma kayması bükülmüş uzay–zaman kavramını doğurdu; evren bir kabarcıktır. Evren küçük bir hiper-kabarcıktır ve Büyük Patlama (Big Bang) sayesinde çok büyük bir hızla genleşmektedir.

Yalnızca bu kadar da değil; uzay, ölen bir yıldızın etkisiyle yoğunlaşabilir, yırtılabilir ve eğrilip bükülebilir. Bu ölen yıldıza “kara delik” denir.

Bu nedenle, kara delikler, evrenin kendisi, Büyük Patlama hep Einstein’ın ikinci muhteşem teorisinin yan ürünleridir -uzay-zamanın hiç de düz olmadığını kavratan yeni bir paradigma kayması-. Uzay bir arena değildir.
Shakespeare bir zamanlar demişti “Bizler hepimiz sahnedeki aktörleriz.” Einstein sahnenin kendisinin eğrilip bükülebileceğini gösterdi. Yani bizler eğrilmiş bir sahnede dans eden aktörleriz, bu bizim yaşamımızın bir kısmı demektir.

Ve sahnenin eğrilip bükülüşüne “kütle çekimi” denmektedir.

Üçüncü büyük teori, tüm teorilerin teorisiydi. Bütün teorilerin anası. Herşeyin Teorisi.

Einstein sabah kalktığında hep kendisine şu basit soruyu sorduğunu söylerdi: ”Eğer Tanrı olsaydım, evreni nasıl yaratırdım?” İster inanın ister inanmayın ben de her sabah uyandığımda aynı soruyu soruyorum.

Ben teorilerle oynarım. Kafamın içinde her daim dönüp dolaşan denklemler vardır ve kendime şunu söylerim ”Hangi denklemin doğru, hangi denklemin yanlış olduğunu ayırt etmeyi nasıl bilebilirim? Ve daha sonra “Einstein ne söylemiş?” diye kendi kendime söylenirim.

Einstein sabahları kalktığımızda şu soruyu kendimize sormamız gerektiğini söyledi: “Eğer Tanrı olsaydınız, nasıl bir evren yaratırdınız? Bizi yöneten fizik yasalarını nasıl yaratırdınız?”

Einstein sonraları gördü ki yaratılıştaki sadelik, güzellik ve seçkinlik gerçeğin kendi doğası ile ilintilidir.
Öyle ki, ışık Max Planck’ın tek bir denklemine tabi idi; E=hf. Bu denklem de bir inç uzunluktadır. Kütle çekimi Einstein’ın tansör denklemiyle ifade edilir. Bu denklem de bir inç uzunluktadır. Ve bekli de Birleşik Alan Teorisi de bir inç uzunlukta olacaktır. Einstein bunu aradı ve başarısız oldu. Bekli de yeteri kadar ileri gitmediği için.
Einstein bize dördüncü boyutun varlığını tanıttı. Yani zaman boyutunu.

Biz fizikçiler şimdilerde dört temel kuvveti içeren bir arena ararken onuncu boyuta gidiyoruz, belki de on birinci boyuta….

“Tanrının zihnini okuyacak” kadar büyük bir arenaya.

Diğer bir ifadeyle, eğer Sicim Teorisi doğruysa ve tüm madde titreşen bir sicim üzerindeki notalardan başka bir şey değilse, Tanrının zihni için bir adayımız var demektir.

Tanrı’nın zihni, hiper-uzayda uyum içinde titreşen müziktir.

S.M. – Şimdi Lewis Carroll ve Alis Harikalar Diyarında eserine geçmek istiyorum Siz bu eseri solucan delikleri kavramını tanıtmak için kullanıyorsunuz. Bize bu hikaye, onun yazarı ve hikayelerin doğası hakkında biraz bahsedebilir misiniz, tabii ki içinde barındığımız dünyayı tam olarak kavramamıza yarayan araçlar olarak.
Belki şu tarzda başlayabiliriz: Hikayeler nasıl işlenir?

Hikayeler matematik midir?

Hikayelerde, alegorik olan insan zihnine, bir formülün daha kabul edilebilir hale indirgenmesine yardımcı olan kendine has bir matematiksel öğe var mıdır?

M.K. – İnsanlar matematiğe baktıklarında hikayeler görürler, Hollywood hikayeleri. Ve şöyle derler: “Eveet, Hollywood hikayeleri eğlendiricidir, ilginçtir; bana insan tabiati hakkında bir şeyler gösterir ve matematik gerçekten çok acayiptir.”

Ama evren bu tarzda inşa edilmemiştir.

Ben bir fizikçiyim ve biz inanıyoruz ki evren prensipler içinde ilerler.

Çok az sayıda prensip içinde: Rölativite kaidesi, Kuantum kaidesi ve hepsi bu. Evren prensiplerle evrimleşir, resimlerle. Einstein evrene resimler arasından baktı, matematik dünyasından değil. Matematik bir anlamda muhasebe kaydı tutmaya benzer. Matematik bize resmin izini kaydetmemi fırsatını verir. Mesela bir yatak örtüsü düşünün. Bu yatak örtüsünü kırıştırın. Bu kırışık örtü boyunca yürüyen bir karınca şunu söylerdi, “Bir kuvvet tarafından çekiliyorum -buna kütle çekimi diyorum. Şurada bir yıldız, orada bir gezegen beni çekiyor”. Ama karıncaya hiper-uzaydan baktığımızda bu duruma güler, çok aptalca deriz; hiç de kütle çekimi yok. Siz uzayın bizzat eğriliği ile mücadele ediyorsunuz. Şimdi, kırıştırılmış yatak örtüsünün matematiği oldukça, hem de oldukça vasattır. Yatak örtüsünün eğriliğini tanımlayabilmek için tansör analizi denilen matematiği kullanmak zorunda kalırsınız. Fakat kavram basittir. Yatak örtüsü üzerinde yürüyen karıncalardan başka bir şey yok.

Diğer bir deyişle, insan zihni bir anlamda doğanın en derin gizemlerini kavrayabilir. Bunların arasında solucan delikleri de var.

Solucan delikleri hakkında düşündüğümüzde, karşımıza bilim kurgu ve Star Trek ve benzerleri çıkar. Fakat solucan delikleri kavramı ilk defa Star Trek’te ortaya çıkmadı.

Yaklaşık 150 yıl kadar önce İngiltere’nin Oxford şehrinde ortaya atıldı. Oxford’da genç bir yüksek matematik profesörü vardı. Bu profesör çok bağlantılı uzaylar hakkında bilgi sahibiydi. İki kağıt yaprağın Siam ikizleri gibi yarıdan birleştiğini düşünün. Bu bir solucan deliğidir. Bir kağıt alıp onu rulo yapın. Onu ortadan katlayın. Üçüncü boyutta katlayın. Hiper-uzayda katlayın. Buna solucan deliği denir. Eveet, matematikçiler bunlara “çok bağlantılı uzaylar” der.

Matematik profesörü Charles Dodgson, bu kavramları anlatan bir çocuk kitabı yazmak istemişti, çünkü yetişkinler çok bağlantılı uzayları anlamıyordu ve hatta anlamak bile istemiyorlardı. Bu nedenle Dodgson, Alis Harikalar Diyarında ve Aynadan Bakmak eserlerini yarattı.

Evet, bugün bizler dış uzayda kara delikler olduğunu keşfettik. Bekli de Harikalar Diyarı için adaylar bulduk. Bir kara deliğin merkezinde bir nokta olduğunu ve bu noktaya düşen kim olursa olsun öleceğine inanırdık, ve bu nedenle sizi kara deliğin diğer ucuna taşıyabilecek Einstein-Rosen köprüsü hakkında konuşmanın bir anlamı da yoktu.

Einstein kendisi Einstein-Rosen Köprüsünü, -iki paralel evreni birbirine bağlayan köprüyü- ortaya koydu. Fakat bir kimse köprünün diğer tarafına yolculuk yapabilir diye asla düşünmemişti.

Şimdi ise durumdan o kadar emin değiliz. 1963 yılında matematikçi Rory Curr kara deliklerin bir noktaya çökmek zorunda olmadığını kanıtladı. Yani ölmek zorunda değilsiniz. Kara delikler halkalara çöküyor -ateş halkalarına, nötron halkalarına-, böylece bu halkanın içine düşen biri öbür tarafa geçebilir ve sonsuza dek orada kalabilir. Bu nedenle bunu biraz düşünün. Alis’in gözlüğü –çerçevesi, çerçevenin dış kenarı- bir kara deliktir.

Gerçekten bu ay Nasa dönen bir kara deliğin çok güzel fotoğraflarını yayınladı. Şu andaki bilgimize göre kara deliklerin büyük çoğunluğu, saatte bir milyon mil gibi, öyle hızlı dönüyorlar ki sonunda bir nötron halkası oluşturuyorlar. Bu halkanın içine düşen herhangi biri öteki tarafa geçebilir. Tabii ki bu sadece bir teori. Böyle bir şeyi daha önce hiç yapmadık. Bir kara delik içine uzay sondası gönderip duruma bakmadık. Böyle zorlu bir işe kalkışmak bekli de birkaç yüzyılımızı alabilir. Bununla birlikte matematik oldukça net.

Einstein’ın denklemlerine göre bir kara deliğin öteki yakasında bir solucan deliği mevcut olabilir.

Tek problem bunun istikrarı. Biz fizikçiler onların istikrarlı olup olmadıklarından emin değiliz.

Evrenin diğer tarafına başarılı bir yolculuk yapabileceğimizden de emin değiliz.

S.M. – Şimdi Sıfır-nokta enerjisinden bahsedelim. Bunun ne anlama geldiğini açıklayabilir misiniz?
İkinci olarak, dünya, enerji üretim/dağıtım paradigması ve bunu sürdürmekte ekonomik çıkarları olan belirli bir grup tarafından yönetilmiyor mu?

Ve paradigma kaymasının her anında bu kaymanın tehdidi altında kalan bir grup yok mu?

Bu insanlara yönelik bir tehdit var mı?

Ve bu insanlar, tıpkı Kopernik modelinin ortaya atılıp kaybolmasında olduğu gibi, bunu tarih boyunca önlemeye çalışmadılar mı?

M.K. – Paradigma kaymaları harika şeyler. Onlar muhteşemdir. Biz onları tarih kitaplarımızda inceliyoruz. Fakat paradigma kaymaları aynı zamanda çok tehlikelidir, çünkü Paradigma kaymasını ortaya atanlardan bazıları linç edilir.

Eski paradigmayı koruyan bir elit grup var, ve bunlar yeni paradigmanın belirmesiyle tehdit altında kalırlar.
Mesela Kopernik’e bakalım. Neden Kopernik en büyük eserini ölüm döşeğinde bir ihtiyarken yazdı? Çünkü o bir aptal değildi.

Giardona Bruno’ya, büyük İtalyan felsefeciye bakın. Bruno, Güneş’in bir yıldız olduğunu söyledi.

Şimdi Katolik kilisesi Güneş’in bir yıldız olduğunun söylenmesiyle neden kendini tehdit altında hissetsin?
Çünkü Güneş bir yıldızsa, yıldızlar da güneşlerdir.

Ve yıldızlar güneşlerse, gezegenlere sahip olabilirler ve gezegenleri varsa, buralarda yaşam mevcut olabilir.
Ve bu diğer gezegenlerde hayat varsa -milyonlarcasında- acaba onların da bakire Meryem’i var mı?

İsa Peygamberi var mı? Kutsal ayinleri var mı? Azizleri var mı? Orada Katolik Kilisesi var mı? Orada kurtuluş var mı? Orada dünyasal zevkler var mı?

Bu sonsuza dek böyle gider demeye getiriyorum.

Bu nedenle, Bruno’yu bir tehdit olarak gören Katolik Kilisesi onu Roma’nın caddelerinde diri diri yaktı.

Dış uzaydaki milyonlarca bakire Meryem ve İsa Peygamberle uğraşmak dururken.

Evet anlıyoruz ki paradigma kaymaları zorlu şeyler.

Bununla birlikte, Einstein bunlardan bir kaç tane ortaya attı.

Ve şimdi anlamak zorundayız ki evet eski paradigmalar kayarken bazı insanları tehdit edebilir.

Mesela, enerjiye göz atalım. Büyük matematikçi ve dahi fizikçi, Nicola Tesla, oldukça acayip fikirlere sahipti.

Mesela bu fikirlerden biri alternatif akımdı. Edison alternatif akımdan hiç hoşlanmamıştı. Ve Nicola Tesla‘nın bu yeni paradigması tarafından tehdit ediliyordu.

Edison alternatif akımın zararlı olduğunu iddia eden reklamlar verdi. “Biz onları elektrikli sandalyede kullanıp insanları öldürüyoruz.” Pekala, hiç kimse artık doğru akımı evinde kullanmıyor. Hepimiz alternatif akım kullanıyoruz. Fakat Edison doğal olarak Tesla tarafından tehdit ediliyordu.

Eveet, Tesla çok ilginç bir adamdı. Tesla, sıfır-nokta enerjisi denen bir kavram geliştirmişti.

Hiçbir şeyin olmadığı vakum bile bir miktar enerji içerir. Tesla belki de bu enerjinin bir kullanım olasılığının petrol şirketlerini tehdit edeceğini düşünmüştü.

Pekala, biz fizikçiler bugün sıfır-nokta enerjisi denilen şeyi bulduk. Oldukça küçük bir enerji. Buna Casimir etkisi de denmektedir.

Bu etki laboratuar ortamında ölçüldü ve ister inanın ister inanmayın, eğer o noktada yeterince enerji yoğunlaştırabilirseniz, Casimir etkisi zaman makinelerinin yapımında faydalı olabilir.

Bununla birlikte, bunu yapmak çok zor.

Bunu yapabilmek için, yani bu tip bir Casimir etkisini kontrol edebilmek için en azından fantastik ve galaktik güçlere sahip Tip-2 veya Tip-3 uygarlık olmalıyız.

Fakat işin cilvesi şu ki karanlık enerjiyi bulduğumuzu düşünüyoruz.

Karanlık enerjinin hiçliğin enerjisinin, galaksilerin birbirinden uzaklaşmasını sağlayan enerji olduğu düşünülüyor.

Öyle görünüyor ki Einstein’ın denkleminde bir boşluk, bir eksiklik var. Yani hiçlik bile bir enerjiye sahip olabiliyor –hiçliğin enerjisi.

Ve bu enerji bize göre, galaksilerin birbirinden uzaklaşmasına neden oluyor.

En güncel kozmolojik veriler enflasyon modelini, yani şişme modelini destekliyor. Ve şişme modeli bünyesinde karanlık maddeyi açıklama nedenini de barındırıyor -hiçlik enerjisi, galaksileri birbirinden ayıran, bekli de evrenin ivmelendiğini ima ediyor-. Yani evrenin büzüşmediğini, basit bir şekilde gelişmediğini, aslında evrenin anti-çekim nedeniyle -hiçlik enerjisinin karşıt çekimi nedeniyle- ivmelendiğini ima ediyor.

Bu nedenle Tesla bir anlamda peygamber gibidir. O hiçlik enerjisini bize bildirdi. Ve insanlar ona güldüler.
Hala sıfır-nokta enerjisinden yararlanıp yararlanamayacağımızı bilmiyoruz, fakat işin cilvesi şu ki Tesla son gülen olmuştur; hiçlik enerjisi bekli de evrenin genleşmesini sağlamaktadır.

Şimdi diğer bir paradigma kayması hakkında konuşayım. İnsanlar enerjiden bahseder. Çok miktarda enerjiye ihtiyacımız var. Nükleer enerjiye ihtiyacımız var. Daha fazla karbona dayalı enerjiye ihtiyacımız var. Daha çok fosil yakıta ihtiyacımız var. Ve bu eski paradigmalar, doğal olarak, petrol şirketleri tarafından yürütülüyor.
Ve bekli de bu şirketler yeni bir paradigma –sakınım paradigması- tarafından tehdit altındadırlar.

Güneş enerjisi, rüzgar enerjisi ve enerjinin yenilenebilir türleri, ne nükleer enerjiye ne de karbona bağımlıdır. Rakamlar çok net. Güneş enerjisi neredeyse kömür ve petrolü yakalamak üzere ve hepimizin bildiği gibi, kömür ve petrol kullanımı sera etkisine yol açıyor.

İnanıyorum ki şu anda Dünya’mız Tip-1 denilen bir uygarlığa doğru faz geçişi yapıyor.
Gezegenin gerçek gücünden istifade eden bir uygarlık, iklimi belki de kontrol edebilen bir uygarlık.

Nihayetinde bizler Tip-2 uygarlığı haline gelebiliriz.
Tip-2 uygarlığı bir yıldızın gücünü kontrol edebilen ve güneş patlamalarını enerji kaynağı olarak kullanabilen bir uygarlıktır.

En nihayetinde de Tip-3 uygarlığı haline gelebiliriz; galaktik bir uygarlık.
Öyle ki gökadanın merkezindeki bir kara deliğin gücünü kullanabilen bir uygarlık.

Fakat en tehlikeli faz geçişi, yani en tehlikeli paradigma kayması, paradigma kaymalarının en tehlikelisi Tip-0 uygarlıktan Tip-1 uygarlığa geçiştir.

S.M. -Devam etmeden önce Tip-0 uygarlığını tanımlarmısınız? Çünkü henüz bu kavramı tanımlamadınız.

M.K. -Tip-0 uygarlığı enerjisini ölü bitkilerden, petrol ve kömürden elde eden uygarlıktır, iklimi kontrol edemezler.

Bu uygarlık Tip-1 uygarlığındaki gibi depremleri ve volkanları kontrol altına alamazlar .
Bunlar, tip-2 uygarlığı gibi güneş patlamalarıyla oynayamazlar ve ölen bir yıldızı ateşleyemezler.
Ve Tip-3 uygarlık gibi gökadaların bağrında yolculuk yapamazlar.

Bizler Tip-0 uygarlığıyız. Tip-0 ‘dan Tip-1 uygarlığına geçiş beklide yüz yılımızı alacak ve bu faz geçişinin ipuçlarını görmekteyiz.

İnternet, bir Tip-1 telefon sistemidir.
Tip-1 uygarlığın dili İngilizce olacaktır.

Avrupa Birliği, Tip-1 ekonominin başlangıçı olacaktır.
Hollywood, rap müzik ve kot pantolon, hoşlanın ya da hoşlanmayın, Tip-1 uygarlığının kültürü olacaktır.

Petrol şirketleri eski paradigmayı koruyorlar. Eski karbondioksit paradigmasını.

Atmosferdeki ısı artışına yol açan eski paradigmayı. Kutup buzulları erimeye başladılar. Alaska erimeye başlıyor. 30-50 yıl içinde Kilimenjaro dağında hiç kar kalmayabilir. Artık Alp dağlarında kayak hayal olabilir. Önümüzdeki elli yıl içerisinde Grönland yavaş yavaş yok olacaktır.

Burada gezegenimizin atmosferindeki kaotik bir kaymadan bahsediyoruz.

Tarım alanları- dünyanın ekmek sepetleri- buğday kuşağı ve mısır kuşağı 1930’lu yıllarda olduğu gibi kum fırtınaları bölgesine dönüşebilir.

Isınan deniz suyu tarafından güçlendirilen devasa kasırgaların deniz kıyısındaki şehirleri silip süpürmesinden söz ediyoruz.

Sıcaklık arttıkça sivrisineklerin ve sıtmanın kuzeye doğru yayılmasından bahsediyoruz.

Tarım alanlarının çölleşmesinden söz ediyoruz. Kanada rölatif olarak ılıman olabilir ve muazzam ısı kuşaklarına sahip olabilir. Birleşik Devletler nihayetinde Meksika’nın iklimine ve Meksika da Sahara çölünün iklimine sahip olabilir. Bunları bir düşünün.

Bu ölüm zincirini, Petrol şirketlerinin ve petrokimya sanayinin atmosfere sera etkisini yaratan gazları salmasıyla oluşan zinciri kırmadıkça oluşacak paradigma kayması yukarıdaki gibi olacaktır.

Öyleyse neden dış uzaya baktığımızda Tip-1, Tip-2, veya Tip-3 uygarlıkları görmüyoruz?

Astronom Frank Drak’e göre bu uygarlıklardan galaksimizde 10.000 kadarı olmalıdır.

Bekli de, sadece belki de galaksimizde 10.000 tane Tip-0 uygarlık vardı ve bunların hepsi kendi kendini yok etti, çünkü Tip-0’dan Tip-1’e geçiş bütün faz geçişlerinin en tehlikeli olanıdır.

Paradigma kaymalarının en büyüğüdür, çünkü kendimizi yok etme gücümüz var demektir.

Şu anda yaşayan nesil, bu videoyu izleyen nesil, bu nesil şimdiye dek bu gezegen yüzeyinde doğmuş, dolaşmış en önemli nesildir.

Çünkü bu nesil bizim Tip-0’dan Tip-1 ‘e, bir gezegen medeniyetine, bir Aquarius çağına geçip geçmeyeceğimizi belirleyecek olan nesildir.

Yahut da karbondioksit ile atmosferimizi kirletip kirletmeyeceğimizi belirleyecek nesildir. Uranyumun gücüyle kendimizi zehirleyip zehirlemeyeceğimize karar verecek nesildir.

Bir gün dış uzaya yolculuk yaptığımızda uzayda diğer uygarlıkları göreceğiz. Belki de ölmüş uygarlıklar göreceğiz. Belki de uranyum gücüyle zehirlenmiş atmosferler göreceğiz. Belki de yaşamın sürdürülmesine imkan tanımıyacak kadar ısınmış atmosferler göreceğiz. Bekli de Tip-1 uygarlıktan Tip-2 uygarlığa geçerken başarısız olmuş uygarlıklar göreceğiz. < br> Burada bir uyarı da: Bu kaymanın getireceği mezhepçiliği, nasyonalizmi ve kökten dinciliği, nefreti ve kızgınlığı kontrol altına almadıkça ve hırsımızı dizginlemedikçe asla Aquarius çağına ulaşamayabiliriz.

S.M. – Pekala. İnsanların evrimleşerek evrenin efendisi olmasından bahsettiniz. Sizin tanımınızla, eğer bu nesil kendi potansiyelinin farkına varacaksa ve bu paradigma kaymasına yardım edip, Tip-1 uygarlık haline gelirse, evrenin hakimleri haline gelebiliriz. Bunu tanımlayıp da başarmak için neyi amaçlamamız gerektiğini söyleyebilir misiniz?

M.K. – Bazı insanlar şöyle diyor:”Birleşik Alan Teorisi ne işe yarar?” Daha iyi dilimlenmiş ekmek sağlar mı? Birleşik Alan Teorisi daha iyi kablolu Tv yayınını sağlar mı?

Peki şunu söylememe izin verin: Kütle çekimi, Newton tarafından incelenen ilk temel kuvvetti. Newton kalkülüsü, yani matematiksel analiz yöntemini yarattı. Bu mekanik sayesinde çekim kuvveti anlaşıldı.

Newton mekaniği buhar makinelerinin gücünü ortaya çıkardı ve buhar makineleri de sanayi devrimini haber verdi.

Sanayi devrimi de feodal hanedanların krallarını ve kraliçelerini tepetakla ettirerek makine çağını başlattı.
Kütleçekim Teorisi için hiç de fena değil!

150 yıl önce Faraday ve Maxwell’in çalışmaları elektrik ve manyetizma gücünü kullanmanın yollarını açıkladı.
Ve günümüzde hepimizin bildiği gibi şehirlerimiz elektromanyetik kuvvetin gücü ile aydınlanıyor. Bu güç bize lazerleri, interneti ve bilgisayarı veriyor. Bu güç tıpta devrim yaratıyor: MRI cihazları, PET cihazları, CAT cihazları vb.

Bunun yanında iki tane çekirdek kuvvetimiz var. Bu nükleer kuvvetler yalnızca Güneş’e sahip olduğu enerjiyi sağlamıyor, aynı zamanda bir nükleer savaş ihtimalini de ateşliyor. Hidrojen bombaları ve atom bombaları, bunların güçü bu dört temel kuvvetten gelmektedir.

Ve şimdi de bu dört temel kuvveti Birleşik Alan Teorisi kapsamında birleştirmeye çalışıyoruz.

Öyle bir teori ki belki de bir inç uzunluğundaki bir tek denkleme dayanacak.

Ve benim kendime sorduğum soru şu: “O bilgeliğe sahip olacak mıyız? Bu tür gücü kullanmakta bilgece davranacak mıyız?

Uzay–zamanın efendileri olacak güce sahip olacak mıyız?”

Bu hala uzak bir gelecek gibi. Uzay-zamanı ustalıkla kullanmak için bekli de en azından Tip-2 uygarlık olmak zorundayız.

Planck enerjisi, fantastik bir enerji; On üssü ondokuz milyar elektron voltluk; işte bu Birleşik Alan Teorisinin enerjisi. Bu enerji düzeyinde uzay istikrarsız hale gelir.

Eğer bir parça dondurma olsaydı ve bunu ısıtsaydım, nihayetinde dondurma erirdi ve daha sonra su kaynardı ve su buharlaşırdı. Sonra da su molekülleri hidrojen ve oksijene ayrışırdı. Sonra da atomlar, çekirdeklere ve elektronlara ayrışırdı. Ve eğer yeterince büyük enerji pompalasaydım fırında bir bebek evren ortaya çıkmaya başlardı.

Burada kozmik güçten bahsediyoruz. Uzay-zamanın efendisi olmak için gerekli enerjiden.
Umuyorum ki bir gün, Birleşik Alan Teorisini elde ettiğimizde, bu tür bir gücü yönetebilmek için bu bilgeliğe, Tanrı’nın gücüne ve Süleyman’ın akıl ve hikmetine ulaşacağız.

S.M. – İnsanların evrenin efendisi olduğu bir alanda, sizce bir bilim adamı olarak, yaratıcıya yer var mı?
Röportajımızda bunun hakkında çok güzel konuştunuz. Sizin zihninizde yaratıcımız kim ve bunu bilim ile nasıl uyumlu hale getirirsiniz?

M.K. – Tanrı hakkında konuştuğumuzda birçok alanlardaki tanrı hakkında konuşuyor oluruz. Hatta Aziz Thomas Aquinas Tanrı’nın varlığını ispatlamayı denemişti.

Kozmolojik kanıt adını verdiği, bir ilk harekete geçiren kanıtını ortaya atmıştı. Birisi birinci nesneyi harekete geçirir, bu da ikinci nesneyi harekete geçirir ve böylece evren harekete gecer.

Bu nedenle mutlaka bir Tanrı, ilk hareketi başlatan, mevcut olmalıdır.

Bir de teolojik kanıt var -“İlk tasarımlayan” kanıtı; İnsanları kim dizayn etti? Çevremizde gördüğümüz bütün bu dizayn nereden geldi?

Ve bunları takiben ontolojik kanıt denen şey var. Bu çok acayip kanıta göre Tanrı o kadar kusursuzdur ki mutlaka varolmalıdır. Bu kadar güçlü ve bu kadar kusursuz bir şey mevcut olmalıdır.

İyi ama Tanrı’nın varlığına dair bu üç kanıt modern bilim tarafından yırtılıp atılmıştır.

“İlk hareketi sağlayan” kanıtına artık inanmıyoruz. Bunun yerine Büyük Patlamaya (Big bang’e) ve enerjinin sakınımı ilkesine inanıyoruz. Enerji korunduğu için atomlar her daim hareket etmektedir. Atomların gerçekten bir yaratıcıya ihtiyaçları yok.

Sonra, teolojik kanıt evrim teorisi ile çökertildi. İnsanlar rast gele doğal seçim yoluyla evrimleştiler. Bir anlamda saatçi kör birisidir.

Ve Immanuel Kant kusursuzluğun zorunlu olarak varolmayı gerektirmediğini söyleyerek ontolojik kanıtı paramparça etti..

Bununla birlikte, madem Büyük Patlamadan ve yaratılışın doğasından bahsediyoruz, o zaman bu eski teorilere tekrar bakmalı ve şu suali kendimize sormalıyız; “Büyük Patlamanın nereden geldiğini biliyor muyuz”?
Büyük Patlamayı kimin tasarladığını gerçekten biliyormuyuz?

İşte bu nokta, biz fizikçilerin biraz sendelemeye başladığı noktadır. Çünkü, gerçekte iki türlü Tanrı olduğunu görürsünüz. Birinci tip Tanrı, mücadeleci Tanrı, duaların Tanrısı, kişisel Tanrı, başa bela kesilen Tanrı, suları ayıran Tanrı, çokluğu besleyen Tanrıdır. Bu birinci Tanrı, yani dua ettiğiniz Tanrı’dır.

Fakat ikinci tip Tanrı olduğunu da görürsünüz: Einstein’ın Tanrısı, Spinoza’nın Tanrısı, Leibniz’in Tanrısı, Evrenin Tanrısı, Uyumun Tanrısı, fizik yasalarının Tanrısı.

Evren böyle olmak zorunda değildi.

Evren bu kadar büyüleyici olmak zorunda değildi. Kaotik bir yapı da olabilirdi. Rastgele bir yapı olabilirdi. Evren elektronlar topluluğu olabilirdi, yahut da nötrinolar topluluğu olabilirdi.

Evren pek böyle olmak zorunda değildi, ve bunun anlamı bekli de bir tasarımcısının varolmasıdır.

Şimdi, yaratılışın en güncel teorisi bunun da ötesine geçmektedir.

En güncel yaratılış teorisi çoklu-evren fikrine dayanır. Bu Kuantum Kozmolojisindeki baskın teoridir.

Başlangıçta hiçbir şey yoktu: Nirvana. Budizm’in nirvanası. Ne başlangıç, ne de zaman.

Fakat kuantum ilkesi mevcuttu ve hiçliğin hiper-uzayından kabarcıklar oluşmağa… bir şeyin kabarcıkları oluşmağa başladı…. çünkü hiçlik bile kuantum mekanik açısından istikrarsızdır.

Ve bu kabarcıklar çok hızlı genleşmeye başlayarak bize Büyük Patlamaları verdi.

Diğer bir deyişle kabarcığımız, bizim evrenimiz, çoklu-evrende birçok kabarcıkla aynı anda mevcuttu ve belki de şu konuştuğumuz anda dahi evrenler yaratılmaktadır. Tamam mı?

O halde, diğer bir deyişle, bizim evrenimiz bir kuantum dalgalanması sonucu, aynen kaynayan sudaki kuantum dalgalanmalarında olduğu gibi, yaratılmış olabilir.

Su kaynar ve çok küçük su kabarcıkları meydana gelir. Bu kabarcıklar herhangi bir şeydeki kabarcıklardır ve çok hızlı bir şekilde genleşir.

O halde, şimdi, Budizm ve Musevi-Hıristiyan yaratılış teorileri arasında bir birlik oluşuyor.
Budizm, nirvananın varolduğunu söyler.

Biz fizikçiler hiper-uzayın nirvanasından bahsederiz.

Fakat hiper-uzay bile istikrarsız yapıdadır; bir şeylerin kabarcığı şekillenmeğe başlar ve bu bir şeyler hızla genleşerek bize büyük patlamaları verir ve bu yaratılış demektir.

Hatta konuştuğumuz anda bile büyük patlamalar oluşuyor olabilir. Ama oluşanların bazılarında hayat olmayabilir. Bazıları ise sadece elektron ve nötrinolardan oluşmuş olabilir.

Çok ilginç değilmi?
Bizim evrenimiz oldukça ilginç. Yaklaşık 15 milyar yıldır varlığını sürdürdü ve çok istikrarlı bir yapıya sahip. DNA’ya sahip, yaşam var ve bilinç içeriyor.

Her evren buna sahip olmayabilir. Bununla birlikte bekli de bir kuantum olayı bizi diğer evrenlerden ayırmaktadır.

Belki de bir kozmik ışın Hitler’in annesinin içinden geçmiş ve Hitler hiç doğmamıştır. Göremediğimiz bir kozmik ışın düşük yapmaya neden olarak, bizi diğer evrenlerden ayırmış olabilir, bu durumda, çoklu-evrene, ikinci dünya harbini hiç yaşamamış bir evrene sahip olabiliriz. Olasılıklar sonsuzdur.

Diğer taraftan, fizik bilimi henüz çoklu-evrenin gizemini çözecek yetenekte değildir. Bekli de bu videoyu izleyen birisi öyle ilham kazanacak ki tüm zamanların en büyük problemini kırmak isteyecek, yani, her şeyi içeren bir inç uzunluğundaki bir denklemi tanımlamak isteyecek.

S.M. – Harika. Son bir soru. Konuşmanızı dinlediğimde, insanlık hakkında bizleri en yüksek konuma yerleştirmeksizin konuşma kabiliyetine sahip olduğunuz anlaşılıyor.
Analizinizde çok ilginç bulduğum bir kendinden hoşnutsuzluk havası var. Bizi şekillendiren kuvvetlere, ruhsal boyut denen düzeye açıkça çok önem veriyorsunuz.
Fakat, tarihsel olarak, bilim ve ruhsallık ters alanlar olmamış mıdır?
Kendiniz hakkında bir kozmolog olarak bahsederken, bunun bilim ile ruhsallık arasında bağlantıya yol açtığını düşünüyor musunuz?
İlerlememizin yolu, gelişmiş olan bu alçak gönüllülük sayesinde mi olacak?
Ve bilim ile ruhsallığı teorinizle nasıl bağdaştıracağız?

M.K. – Fizikçiler, Tanrı kelimesini telaffuz edip de kızarmayan, utanmayan yegane bilimcilerdir. Biz fizikçiler bütün soruların sorusuyla göğüs göğüse mücadele ederiz:

Eğer evren bir patlama neticesinde harekete geçmişse bu patlama nereden geldi? Kuralları neydi?
Bize uzay-zaman yapısını veren patlamanın denklemlerini kim yazdı?

Teorik fizikçi olarak öğrendiğim bir şey varsa o da alçak gönüllü olmak zorunluluğudur.

Şunun farkına varmalısınız ki, Newton’un söylediği gibi, sahilde oynayan bir çocuk olabilirsiniz, şuradan bir taş oradan bir taş toplayan, hem de güzel taşlar ve sonra da taşlara isimler verip onları tekrar okyanusa fırlatan bir çocuk.

Orada engin bir bilgi okyanusunun varlığının farkına varan bir çocuk.

Biz fizikçiler Tip-0 bir uygarlık olduğumuza inanıyoruz. Bindiğimiz alışkanlık atından kurtulmak zorundayız.

Bekli de kendimize, bütün bunlardan sonra, öylesine büyük olmadığımızı söylemek zorundayız.

Bu bana Maymunlar Gezegeni filmini hatırlattı. Filimde bizim geçmişimizin ayna gibi görüntüsü vardı; evrenin merkezi olduğumuzu düşünüyorduk ve insanın şeklinin bütün şekillerin şekli olduğunu ve Tanrı’nın bizzat bir maymun olduğunu ve Tanrı’nın bir maymun olduğu için maymunları da kendi görüntüsünde yarattığını tasavvur ettik.

Maymunlar Gezegenini izledim ve alçak gönüllü olmak zorunda olduğumuzun farkına vardım.

Çünkü Profesör Howelig bir keresinde şöyle buyurmuştu:
“Evren bizim umduğumuzdan daha garip olmakla kalmayıp, umabileceğimizden de daha gariptir.”

Ve eğer bizler Tip-0 bir uygarlık isek bu bizim çocuklar olduğumuz anlamına gelir. Çocuklar…
Henüz Tip-1 uygarlık bile değiliz.

Henüz sınıflandırma listesine bile giremedik.

Bazı insanlar şöyle diyor:”Pekala, şu uzaylılar, neden bizi ziyaret etmiyorlar ?”

Peki ama yolda yürürken bir karınca tepesine rast gelirseniz, aşağı eğilip karıncalara şunları söylermisiniz: “Sizlere biblolar getireceğim, sizlere boncuklar getireceğim, sizlere bilgi getireceğim, sizlere DNA’nın gücünü getireceğim, sizlere nükleer silahların gücünü getireceğim.”

Yahut da birkaç tanesinin üstüne basıp yolunuza devam mı edersiniz?

Alçak gönüllü olmak zorundayız.

Eğer galaksimizde Tip-3 bir uygarlık mevcutsa, olabilir de zaten -Carl Sagan böyle bir uygarlığın varlığına inanıyordu-, bizler böyle bir uygarlığın varlığını tanıyacak kadar yeteri zekaya sahip miyiz?

Bunu düşünün. Eğer bir karınca yuvasının yanı başına 10 şeritli bir otoyol inşa ediliyorsa, karıncalar 10 şeritli bir otoyolun ne olduğunu anlamak için yeterince zeki midirler?

Yahut da insanların konuşmalarını anlamak için yeterince zeki midirler?

Yahut da neden bu insanlar böylesine 10 şeritli bir otoyol inşa ediyorlar? Veya insanlar onlar için gerçekten var mı?

Bunu bir düşünün.
Biz fizikçiler düşünüyoruz, ve bizden bazıları ne kadar aptal olduğumuzun farkına varacak kadar zeki olamadığımızın bile farkına varıyor.

Belki de galaksinin hemen ötesinde bir Tip-3 uygarlık olduğunu bilecek kadar bile zeki değiliz.
Onların birbirleriyle konuştuklarının farkına varamayacak kadar bile zeki değiliz.

Onların her yerde 10 şeritli otoyollara sahip ve gelişen bir uygarlıkları var.

Ve bizler burada, Güneşin üçüncü gezegeninde, küçük bir gökadanın Orion kolunda, Virgo süperkümesinin eteklerinde, bu çamur topun içinde saplanmış haldeyiz.

Ve orada, karşımızda engin bir evren gerçeği varken Doğanın en büyük eseri olduğumuzu düşünüyoruz, Tanrı’nın insanlığa en büyük hediyesi olduğumuzu düşünüyoruz, bilimimiz bilimlerin en büyüğüdür, sanatımız sanatların en büyüğüdür diye düşünüyoruz.

Alıntıdır.

Check Also

Sinir Sistemi Nesiller Boyunca Bilgiyi Aktarabiliyor

Hemen hemen tüm ekolojik ortamlarda bulunan nematotlar(iplik kurdu), üzerinde en çok çalışma yapılan organizma modellerindendir. ...