Kendini Bilen Evren

‘’ Gerçekte, Evrende mevcut bulunan her şey, aynı özden meydana geldiği için, ister yaratan güç denilsin, ister günümüz deyişiyle “SALT BİLİNÇ” diyelim, bu Evrensel kudret ve ilim; hologramik bir biçimde, evrenin her katmanındaki her birimin her noktasında aynı şekilde mevcuttur!. Evrene, aynı özden meydana gelmiş değişik terkiplerdeki sayısız türün algılama araçlarından bakışı bir yana koyup da; tüm algılama araçlarının kapasitesine sahip tek bir algılama aracıyla, Özden yapıya doğrultusunda bakabilirsek, algılarız ki, canlı, sonsuz, sınırsız, ilim ve kudret sahibi, kendi varlığı dışında başka bir şeyden söz edilmesi mümkün olmayan “TEK”ten başka bir şey mevcut değildir; ki artık siz, “O”‘na ne isim isterseniz veriniz!. ’’
AHMED HULÛSİ, Hazreti Muhammed Neyi ‘OKU’ du Kitabından 

WIE (Aydınlanma Nedir Dergisi): Kitabınız ‘Kendini Bilen Evren’de,Örnek (Paradigma) Değişikliği ihtiyacı hakkında konuşuyorsunuz. Örnek Değişikliği hakkında ne düşündüğünüzü biraz konuşabilir misiniz? Neden, neye?

Amit Goswami: Şu andaki dünya görüşü; herşeyin maddeden yapıldığı ve maddenin yapıtaşları olan temel bileşenlere, temel parçacıklarına indirgenebilir. Ve neden, bu temel yapıtaşlarının birbirlerini etkilemelerinden veya temel parçacıklardan kaynaklanmaktadır.Temel parçacıklar atomları, atomlar molekülleri, moleküller hücreleri meydana getirirler ve hücreler de beyini meydana getirirler. Fakat her zaman başından sonuna kadar olan esas neden, temel parçacıkların birbirleri arasındaki etkileşimleridir. Bu, bütün nedenin temel parçacıklardan hareket ettiği inancıdır. ‘Yukarı Doğru  Nedensellik’ olarak adlandırdığımızdır. Öyleyse bu görüşte, insanoğlu olarak-siz ve ben-aslında serbest irademizin varolmadığını düşünüyoruz. O, sadece maddenin nedensel gücüne ikincil bir epifenomen (gölge olay) veya ikincil bir fenomendir (bilince yansıyan olay) ve konu hakkında öne sürülen herhangi bir nedensel güç, sadece bir hayaldir. Bu, şu andaki örnektir. Şu andaki karşı görüş, herşeyin bilinçle başladığıdır. O da, bilincin tüm varlığın temeli olduğudur. Bu görüşte, bilinç ‘Aşağı Doğru Bir Nedensellik’ uygulamaya koymaktadır. Bir başka deyişle, serbest irademiz gerçektir. Dünyada hareket ettiğimiz zaman, biz gerçekten de nedensel bir güçle hareket ediyoruz. Bu görüş, maddenin nedensel bir potansiyele de sahip olmasını, o yukarı doğru olan temel parçacıklardan gelen nedensel gücün de olduğunu, bunun sonucunda da yukarı doğru olan nedenselliğin olduğunu yalanlamaz. Fakat buna ilaveten o, aşağı doğru bir nedensellik olduğunda da ısrar etmektedir. O, yaratıcılığımızda ve serbest irade hareketlerimizde veya ahlaki kararlar verdiğimizde ortaya çıkmaktadır. Bu durumlarda biz aslında bilincin aşağı doğru olan nedenselliğine tanık oluyoruz.

WIE: Kitabınızda, bu yeni örneğe ‘Monistik İdealizm’ olarak değiniyorsunuz ve bilimin tarih boyunca mistisizmle ilgili pek çok söylenen şeyi doğrular gözüktüğünü, şu anki bulgularının kalıcı manevi öğretimin temeline paralel gözüktüğünü de iddia ediyorsunuz.

AG: O, manevi öğretidir. Sadece paralel değildir. Bilincin varlığın temeli olduğu düşüncesi, tüm manevi geleneklerin temelidir. Ona bir şekilde yeni bir ad versem de; bu, monistik idealizm filozofisi için de aynı şeydir. İsim seçimindeki nedenim şu: Batıda, sadece maddenin gerçek olduğunu savunan ‘Maddesel Gerçeklik’ Filozofisi’ne karşı olan ‘İdealizm’ adlı bir filozofi var. İdealizm hayır der, bilinç tek gerçek şeydir. Fakat Batıda o tür idealizm, aslında genellikle ikilik olan birşey anlamına gelmektedir, o da, bilinç ve maddenin ayrı olduğudur. Öyleyse, monistik idealizmle netleştirdim ki, hayır, ben Dualistik (ikilik prensibine uygun)türde bir Batı idealizmi kasdetmiyorum. Bunun yerine; Batıda varolan, fakat yalnızca ezoterik manevi geleneklerde olan, gerçek bir monistik idealizmi kasdediyorum. Oysaki Doğuda bu, popüler olan bir filozofidir.Budizm’de veya Vedanta olarak adlandırılan Hinduizm veya Taoizm’de bu, herkesin filozofisidir.Fakat Batıda bu; realitenin doğasının içini gerçekten derinlemesine araştırmış olan insanlar, yalnızca çok dirayetli ve bağlı bilim adamları tarafından bilinen gayet ezoterik bir gelenektir.

WIE:Söylediğiniz şey, hayatın manevi boyutu hakkında hiçbirşey varsaymayan modern bilimin tamamen farklı bir açıdan bir yolunu bulup, geri dönmesi ve kendi keşiflerinin sonucunda kendini o görüşe katılır bulması.

AG: Bu doğru. Ve bu, tamamen beklenmeyen değildi. Başlangıcı olan 1900 yılından ve 1925’te Kuantum Mekanik’in denklemlerinin bulunmasından itibaren, Kuantum Fizik bize dünya görüşünün değişebileceğinin belirtilerini vermiştir. Sağlam maddeci fizikçiler klasik dünya görüşü ve kuantum dünya görüşünü karşılaştırmaya bayılırlar. Tabii ki, yalnızca yukarı doğru giden bir nedensellik ve maddenin en önemli olduğu fikrinden vazgeçmek kadar ileri gitmeyeceklerdir, fakat Kuantum Fiziği’nin bazı büyük örneklerinin değiştirme potansiyeline sahip olduğunu görmelerinin olgusal gerçeği de aynen durmaktadır. Ve daha sonra olan şey ise, 1982’den başlayarak, sonuçların fizik laboratuar deneylerinden gelmesidir. Alain Aspect ve çalışma arkadaşlarının Fransa’da manevi inançların gerçekliğinin kesin olarak doğruluğunu ve bilhassa ‘Aşkınlık’ (Trans Hali) fikrini ortaya koyan büyük deneyi gerçekleştirdikleri yıldı. Aspect’in deneyinin detayına birazcık gireyim mi?

WIE:Evet, lütfen.

AG: Küçük bir özgeçmiş verirsek; olmakta olan şey, Kuantum Fizik’in  pek çok yıldır maddesel düzeyden başka realitenin düzeyleri olduğunun belirtilerini vermekte olmasıdır. İlk olarak nasıl başladığı ise, kuantum objelere- Kuantum Fizik’teki objelere- ‘Olabilirlik Dalgaları’ olarak bakılmasıyla olmuştur.Başlangıçta insanlar onları, ‘’onlar sadece sıradan dalgalar gibi’’ diye düşünmüşlerdir. Fakat çok kısa bir sürede, onların uzayda ve zamanda dalgalar olmadıkları keşfedilmiştir. Onlar hiçbir surette uzay ve zamandaki dalgalar olarak adlandırılamazlar. Sıradan dalgalara uymayan özelliklere sahiptirler. Öyleyse onlar; potansiyeldeki dalgalar, ‘Olasılık Dalgaları’ olarak tanınmaya başladılar ve potansiyel de her nasılsa maddenin ötesinde, ‘Transandantal’ olarak tanınmıştır. Fakat ‘Transandantal Potansiyel’ olduğu olgusu, çok uzun bir zaman belirgin değildi. Daha sonra Aspect’in deneyi bunun sadece bir teori olmadığını, gerçekten de ‘Transandantal’ bir potansiyelin olduğunu, objelerin uzay ve zamanın dışarısında hakikaten de bağlantılara sahip olduklarının (uzay ve zamanın dışında!) doğruluğunu kanıtlamıştır. Bu deneyde olan şey, bir atomun fotonlar olarak adlandırılan, zıt yönlerde giden ışığın iki kuantasını yayması ve her nasılsa bu fotonların bir uzaklıktan uzay aracılığıyla herhangi sinyaller değiş-tokuş etmeden birbirlerinin davranışlarını etkilemeleridir. Dikkat edin: Uzay aracığıyla herhangi bir sinyal değiş-tokuş etmeden, fakat anında birbirini etkileyerek. Anında.  Einstein uzun zaman önce uzay ve zamanda iki objenin birbirlerini asla etkileyemeyeceklerini, çünkü herşeyin maksimum bir hızla seyahat etmesi gerektiğini ve o hız limitinin de ışığın hızı olduğunu göstermişti. Öyleyse, herhangi bir etki seyahat etmelidir, eğer uzay aracılığıyla seyahat ederse, sonlu olan zamanı alarak seyahat etmelidir. Bu, ’Lokalite’ düşüncesi olarak adlandırılır. Her bir sinyal, uzay aracığıyla seyahat için sonlu olan zamanı almak zorunda olduğu manasında lokal olarak farzedilmektedir. Ve buna rağmen; Aspect’in fotonları- Aspect’in deneyindeki atom tarafından yayılan fotonlar- bir uzaklıktan sinyaller değiş-tokuş etmeden birbirlerini etkilemişlerdir çünkü onu anında yapıyorlardı (onu ışığın hızından daha hızlı yapıyorlar). Ve dolayısıyla, etkinin uzay aracılığıyla seyahat edemeyeceği anlaşılmaktadır. Bunun yerine ‘Realite Alanına Sahip Olan Etkiyi’ realitenin ‘Transandantal Alanı’ olarak farketmeliyiz.

WIE: Bu büyüleyici! Bu deneyin yorumlamasına pek çok fizikçi katılır mı?

AG: Diyordum ki, fizikçiler bu deneyin yorumlamasına katılmalıdırlar. Tabii ki, pek çok defalar, fizikçiler takip eden bakış açısını alacaklardır: ‘’ Şey, muhakkak ki bir deneydir’’, diyeceklerdir. Fakat parçacıklar arasındaki bu ilişki gerçekten önemli değildir. Bu şekilde yorumlanabilse bile; bu transandantal alanın herhangi bir sonucuna bakmamalıyız. Bir başka deyişle, bunun etkisini minimuma indirmeye çalışıyorlar ve hâlâ maddenin üstün olduğu düşüncesine tutunmaya çalışıyorlar. Fakat kalplerinde biliyorlar ki, o çok iyi bir şekilde kanıtlandığı gibidir.1984’te veya 1985’te, bulunduğum Amerikan Fiziksel Toplumu toplantısında, bir fizikçinin bir diğer fizikçiye Aspect’in deneyinden sonra dünya hakkında gerçekten garip olan birşeye inanmayan kişinin kafayı yemiş olması gerektiğini söylediğinin duyulduğu söylendi.

WIE:Öyleyse, paylaştığınız diğer şeylerle kendi bakış açınızdan diyorsunuz ki, birinin bunu gerçekten anlayabilmesi için bir şekilde ‘Transandantal Boyut’düşüncesinin getirilmesi açık.

AG: Evet, öyle. Berkeley’deki California Üniversitesi’nde fizikçi olan Henry Stapp, bunun bariz bir biçimde 1977’de yazdığı tezlerinden bir tanesinde olduğunu, uzay ve zamanın dışarısında olan şeylerin uzay ve zamanın içerisindekileri etkilediğini söylüyor. Bunun Kuantum Fiziği’nin alanında kuantum objelerle uğraşırken meydana gelmesinden şüpheniz olmasın. Şimdi tabii konunun en önemli noktası, sürpriz olan şey, bizim her zaman kuantum objelerle ilgileniyor olmamız; çünkü Kuantum Fiziği her objenin fiziği olduğu sonucunu vermekte. Bu ister mikroskopla görülemeyecek kadar küçük olsun, ister makroskopik olsun, Kuantum Fiziği sahip olduğumuz tek fizik. Öyleyse fotonlar, elektronlar, mikroskopla görülemeyecek kadar küçük objeler için daha belirgin olsa da; bizim görüşümüz, bütün realitenin, bütün belirgin realitenin, tüm maddenin aynı kanunlar tarafından yürütüldüğüdür. Ve eğer bu böyleyse; bu deney bize bizim de kendi dünya bakışımızı değiştirmemiz gerektiğini, çünkü bizlerin de kuantum objeler olduğumuzu anlatmaktadır.

WIE:Bunlar pek çok kişiye ilham veren büyüleyici keşifler. Fizik ve Mistisizm arasında bir bağlantı kurmak için şimdiden birkaç kitap yazılmaya teşebbüs edildi.Fritjof Capra’nın ‘Fiziğin Taosu’ ve Gary Zukav’ın ‘Danseden Wu Li Ustaları’ kitaplarının her ikisi de pek çok, pek çok insana eriştiler. Kitabınızda, tüm bunlara eşsiz bir katkı olduğunu hissettiğiniz birşeyin henüz kapalı kaldığından bahsediyorsunuz.Sizin yaptığınızın bu alanda daha önce yapılandan farklı olduğu hakkında birşey söyleyebilir misiniz?

AG: Bu soruyu sorduğunuza çok memnunum. Bu, açıklığa kavuşturulmalı ve ben bunu açıklayabildiğim en net şekilde anlatmaya çalışacağım. ‘Fiziğin Taosu’ gibi olan önceki çalışma, bilimin tarihi için çok önemli olmuştur.Bununla birlikte; bu önceki çalışmalar, insanoğlunun manevi bakış açısını desteklemekle beraber yine de hepsi temelde dünyanın maddesel görüşüne sahiptirler. Başka bir deyişle; herşeyin maddeden olduğu görüşlü maddesel realistlere kafa tutmadılar. O görüşe bu önceki çalışmaların hiçbiri tarafından karşı çıkılmadı. Aslına bakılırsa, benim kitabım bilimsel terimlerde hâlâ sert açıklamalara dayanan ve onu köşeye sıkıştıran ilk kitaptı. Bir diğer ifadeyle, bilincin varlığın temeli olduğu fikri, tabii ki psikolojide ‘Ben-ötesi Psikolojisi’ olarak varolmuştu, fakat ‘Ben-ötesi Psikolojinin’’ dışında bilimin hiçbir geleneği ve hiçbir bilimadamı onu o kadar açık bir şekilde görmemişti. Eğer bilinci Kuantum Fiziğinin içinde varlığın temeli olarak kabul edersek; Kuantum Fiziğinin tüm çelişkilerinin çözülebileceğinin farkına varmak benim için bir şanstı. Böylece o benim kendine özgü katkımdı ve tabii ki, bu da örnek (paradigma) değişikliği potansiyeline sahiptir, çünkü şimdi biz bilim ve maneviyatı gerçekten birleştirebiliriz. Başka bir deyişle; Capra ve Zukav’ın kitapları çok iyi olsa da; ne örneğin yön değiştirmesinde, ne de maneviyat ve bilim arasında gerçek bir uzlaşı vardır, çünkü temel olarak maddeci örneğe tutunmaya çalışmışlardır. Eğer herşey maddeselse; tüm nedensel etkililik maddeden gelmelidir. Öyleyse bilinç farkedilmiştir, maneviyat farkedilmiştir, fakat yalnızca nedensel gölge olay (epifenomen) olarak veya ikincil bilince yansıyan olay (fenomen) olarak. Ve epifenomenal bir bilinç çok iyi değildir. Yani, hiçbirşey yapmamaktadır. Bundan dolayı, bu kitaplar maneviyatımızı kabul etseler de; maneviyat sonuçta bir çeşit maddesel etkileşimden gelmektedir. Fakat bu da İsa’nın söz ettiği maneviyat değildir. O, Doğu mistiklerinin öylesine mest oldukları maneviyat da değildir. O bir Doğu mistiğinin farkına vardığı ve ‘’ şimdi realitenin nasıl birşey olduğunu biliyorum ve bu da birinin sahip olabileceği tüm mutsuzluğu ortadan kaldırıyor’’, dediği maneviyat değildir. Bu sonsuzluktur, neşedir, bilinçtir. Doğu mistiklerinin yaptığı bu tür coşkun ifade epifenomenal bilincin temelinde yapılamaz. O sadece, bir kişi varlığın kendinin temeli olduğunu anladığı zaman, direkt olarak TEK’in Tüm olduğunu kavradığı zaman olur. Şu anda epifenomenal insanoğlu böyle bir idrake sahip olmayacaktır. Sizin Tüm olduğunuzu kavramanız hiçbir anlam taşımaz. Aynen böyle söylüyorum. Manevi deneyimleri paralellikler bakımından veya beyindeki kimyasallar bakımından veya neye sahipseniz onunla ne kadar çok karşılaştırmayı denerseniz deneyin; bilim dünya görüşünün temelinde kaldığı sürece eski örnekten gerçekten vazgeçemiyorsunuz. Sadece bilimi bilincin tüm varlığın temeli olduğu temel manevi kavramın temelinde inşa ederseniz, eski paradigmadan (örnek) vazgeçiyor ve maneviyatla tamamen bağdaştırıyorsunuz. Kitabımda yaptığım şey de buydu ve bu bir başlangıç. Fakat bunun farkına varan diğer bazı kitaplar da var.

WIE:Öyleyse, düşüncelerinizi destekleyen insanlar var?

AG: Bu görüşün Kuantum Fiziğini açıklamak için ve gelecekte bilimi geliştirmek için doğru yol olduğunun, aynı şeyin farkına varan, şimdilerde ortaya çıkmakta olan insanlar var. Bir başka deyişle, şimdiki bilim yalnızca kuantum çelişkileri (paradoks) göstermekle kalmayıp; parapsikoloji, paranormal-hatta yaratıcılık gibi olan mantığa aykırı görünen ve anormal fenomeni açıklamada da gerçek yetersizliğini göstermiştir. Ve, algılama veya biyolojik evrim gibi olan geleneksel konular bile bu maddesel teorilerin izah etmediklerini bol miktarda açıklar.Size bir örnek verirsem; biyolojide ‘Aralıklı Denge Teorisi’ diye adlandırılan bir teori vardır. O; evrim, Darwin’in algıladığı gibi yalnızca yavaş değil, ‘Noktalama İşaretleri’ denilen evrimin hızlı dönemleri de vardır manasına gelmektedir. Fakat geleneksel biyoloji, bunun hiçbir açıklamasına sahip değildir. Oysaki, eğer bilimi bilincin temelinde, bilincin önceliğinde yaparsak; daha sonra bunu fenomenin yaratıcılığında, bilincin gerçek yaratıcılığında görebiliriz. Bir başka ifadeyle, bilincin biyolojide ve hatta türlerin evriminde bile yaratıcı olarak işlediğini gerçekten görebiliriz. Ve böylece, bilincin dünyanın yaratıcısı gibi olan sıradan biyolojinin manevi temel fikirlerle açıklayamadığı boşlukları şimdiki fikirlerle doldurabiliriz.

WIE:Bu da ‘Bilinç, Materyal Dünyayı Nasıl Yaratır?’ adlı kitabınızın ikinci başlığını akla getiriyor. Görünen o ki, bu epey radikal bir fikir.  Bunun tam olarak nasıl olduğunu sizin fikrinize göre birazcık anlatabilir misiniz?

AG: Aslında o; açıklamak için en kolay şey, çünkü kuantum fiziğinde daha önce de söylediğim gibi, bizim onları görmeye alıştığımız gibi objeler belli olarak görünmezler. Newton bize objelerin belli şeyler olduklarını, belli yörüngelerde hareket ederek her zaman görülebileceklerini öğretti. Kuantum Fiziği objeleri o şekilde hiç anlatmaz. Kuantum Fiziğinde objeler olanaklar, olanak dalgaları olarak görülmektedir. Doğru? Öyleyse daha sonra şu soru oluşmaktadır: Olanağı gerçekliğin içine ne dönüştürebilir? Çünkü, gördüğümüz zaman biz sadece gerçek olayları görüyoruz. Bu bizimle beraber başlıyor. Bir sandalye gördüğünüzde, siz gerçek bir sandalye görüyorsunuz, mümkün olan bir sandalyeyi değil.

WIE:Doğru,umarım.

AG: Hepimiz umuyoruz. Şimdi bu, ‘Kuantum Ölçüm Paradoksu’ olarak adlandırılmaktadır. O bir paradokstur (çelişki) çünkü biz kimiz ki bu dönüşümü yapalım? Çünkü ne de olsa, maddesel örnekte herhangi bir nedensel etkililiğe sahip değiliz. Biz atomlardan ve temel parçacıklardan oluşturulmuş beyinden başka birşey değiliz. Öyleyse, atomlardan ve temel parçacıklardan oluşturulmuş olan bir beyin kendisinin olduğu bir olasılık dalgasını nasıl dönüştürebilir? Kendisi atomların ve temel parçacıkların olasılık dalgalarından oluşturulmuştur, öyleyse o kendi olasılık dalgasını gerçekliğin içerisine dönüştüremez. Bu, Paradoks (Çelişki) olarak adlandırılır. Şimdiki yeni görüşte, bilinç varlığın temelidir. Böyle olunca olasılığı kim gerçekliğin içerisine dönüştürmektedir? Bilinç yapmaktadır, çünkü bilinç Kuantum Fiziğini dinlememektedir. Bilinç maddeden oluşturulmuş değildir. Bilinç transandantaldir. Bilincin maddesel dünyayı nasıl yarattığının söylenebildiği, tam burada örnek değiştiren görüşü görüyor musunuz? Kuantum Fiziğin maddesel dünyası sadece bir olasılıktır. Olasılığın gerçekliğe dönüştürülmesi aracılığıyla apaçık gördüğümüzü yaratan ise, bilinçtir. Bir diğer deyişle, bilinç görülür dünyayı yaratandır.

WIE: Dürüst olmak gerekirse, kitabınızın altyazısını ilk gördüğümde sizin mecazi olarak konuşuyor olduğunuzu farzettim. Fakat kitabı okuduktan sonra ve şimdi sizinle onun hakkında konuştuktan sonra, kesinlikle sizin benim düşündüğümden çok daha fazla kelimesi kelimesine onu demek istediğinizi algılıyorum. Beni gerçekten bulunduğum yerde durduran kitabınızdaki tek şey, yorumlamanıza göre tüm fiziksel evrenin bir noktaya kadar yalnızca sayısız geliştiren olasılıklar alanında varolduğu, aniden o noktada  bilinçliliğin ortaya çıkması, o noktaya yol açan tarihin 15 milyar senesi de dahil, tüm bilinen evrenin varolmaya başladığı cümlesiydi. Gerçekten onu mu demek istediniz?

AG: Harfi harfine onu demek istedim. Bu, Kuantum Fiziğin ne istediği. Aslına bakarsak, Kuantum Fizikte bu ‘Gecikmiş Seçim’ olarak adlandırılır. Ve bu kavrama’Öze Başvurma’ kavramını da ilave ettim. Aslına bakılırsa, ‘Gecikmiş Seçim’ kavramı çok eskidir. John Wheeler adlı çok ünlü fizikçinin sayesinde olmuştur, fakat benim görüşüme göre Wheeler tüm şeyi doğru olarak görmedi. Öze başvurmayı dışarıda tuttu. Şu soru her zaman ortaya çıkar: ‘’Evrenin 15 milyar yıldır varolduğu farzedilmekte, böyle olunca bilinç olasılığı gerçekliğe dönüştürüyorsa, evren o kadar uzun zamandır görünürde nasıl olabilir?’’ Çünkü, evreni yaratmış olduğu farzedilen Big Bang’de, yani o başlangıçta varolan ateş topunda hiçbir bilinç, duyarlı varlık, biyolojik varlık, karbon bazlı varlık yoktu. Fakat şeylere diğer taraftan bakmak, evrenin kendine işaret eden kuantum ölçüm olana kadar olasılıkta kaldığını söylemektedir, bundan dolayı o, yeni bir kavramdır. Bir gözlemcinin  bakışı olasılığın gerçekliği açığa çıkarabilmesi için esastır ve bu sebeple, zaman dahil bütün şey sadece gözlemci baktığında açığa çıkmaya başlar. Öyleyse, geçen zamanın tümü, bu hususta, ilk duyarlı varlığın baktığı o anda varolmaya başlar. Bu fikir, ‘Antropik Prensibi’ olarak adlandırılan prensibin kisvesi altında çok zekice, çok ince bir şekilde kozmolojide ve astronomidedir. Bu da, evrenin bir amaca sahip olduğu fikrinin zaten astronomlar, kozmolojistler arasında yayıldığı fikridir. O gayet ince-ayarlıdır.Pek çok raslantısal eşzamanlılıklar vardır ki; evren, sanki duyarlı varlık o noktada ortaya çıkacakmış gibi bir şekilde büyümektedir.

WIE:Öyleyse, evrenin genişlediğinin şeklinde bir tür maksatlı oluş olduğunu hissediyorsunuz ki; o, bir bakıma biz insanoğlunda, bizde sonuca ulaşıyor ?

AG: Pekâlâ, insanoğlu bunun sonu olmayabilir; fakat kesinlikle o ilk amaca ulaşmadır, çünkü burada bu durumda açığa çıkan yaratıcılığın olasılığı, duyarlı yaradılışın kendinin yaratıcılığı vardır. Hayvanlar kesinlikle duyarlıdırlar, fakat bizim olduğumuz mânâda yaratıcı değildirler. Bundan dolayı insanoğlu, şu anda kesinlikle bir örnek olarak gözükebilir, fakat bu en son örnek olmayabilir. Bana göre, gidecek uzun bir yolumuz var ve henüz oluşacak uzun bir evrim var.

WIE: Kitabınızda kâinatın bizim hatırımız için yaratıldığını iddia edecek kadar bile ileri gidiyorsunuz.

AG: Kesinlikle. Fakat o duyarlı varlıklar mânâsına gelmektedir, yani bütün duyarlı varlıkların hatırına. Ve evren biziz. O çok açık. Evren kendini bilendir, fakat o bizim aracılığımızla kendini bilendir. Biz evrenin mânâsıyız. Biz evrenin coğrafi merkezi değiliz, Kopernik o konuda haklıydı, fakat biz evrenin mânâ merkeziyiz.

WIE: Evren bizim aracılığımızla mı mânâ buluyor?

AG: Duyarlı varlıklar aracılığıyla ve o, tam anlamıyla yalnızca dünyalıları evrenin merkezi kabul eden olmak zorunda değil. Diğer gezegenler üzerinde, diğer yıldızlarda varlıklar, duyarlı varlıklar olabilir. Aslına bakılırsa onların orada olduklarına inandım ve o, bu teoriyle tamamen uyumlu.

WIE:Bu insan merkezli veya hatta duyarlı varlık merkezli bakış açısı; ekoloji bilim dalından feminizm’e, feminizm’den sistemler teorisine kadar modern ilerleyici düşüncenin pekçoğu zıt yönde giderken birden çok radikal görünmektedir. Bu perspektifler (bakış açıları) daha çok önemi azalmakta olan bir bütünün herhangi bir kısmının, bir canlı türünün öneminin (insan türleri de dahil) daha çok birbirine bağlantılılık veya birbiriyle bağlantılı olmaya doğru olduğuna işaret etmektedir. Sizin görüşünüz daha geleneksel, neredeyse İncil’e ait tür bir düşünceyi, eskiyi anımsar gözükmekte.  En rağbette olan ‘Hiyerarşik Olmayan’ örneğinin(paradigma) taraftarlarına nasıl yanıt verirdiniz?

AG: O; hakkında konuştuğumuz kalıcı filozofiyle, Panteizm’in bir türü olarak adlandırılan Monistik İdealizm arasındaki fark. Yani, benim ‘Ekolojik Dünya Görüşleri’ ve Ken Wilber’ın aynı şey olarak adlandırdığı aslında Tanrıyı özünde var olan realiteyle sınırlı olarak görüp, kötülüyor. Görünüşte bu iyi etki bırakıyor, çünkü; kayalar, ağaçlar, insanoğluna kadar herşey kutsal hale geliyor, herşey eşit ve hepsi de ilahi kulağa iyi geliyor, fakat o, manevi öğretmenlerin ne bildiklerine kesinlikle bağlı kalmıyor. Bhagavad Gita’da (Hint Bilgelik Kitabı) Krişna, Arjuna’ya “Bütün bu şeyler benim içimde, fakat ben onların içinde değilim,’’ der. Bununla neyi kasdetmektedir? Kasdettiği, ‘’Ben yalnızca onların içinde değilim’’ dir. Öyleyse, evrim vardır, bir diğer deyişle, açığa çıkan realitede vardır. Evrim meydana gelir. Bu da şu demektir: Amip tabii ki bilincin bir açığa çıkışıdır, insanoğlu da öyledir. Fakat aynı mertebede değildirler. Evrimsel olarak evet, amipin önündeyiz ve bu teorileri bu ekolojik-dünya görüşlü insanlar görmüyorlar. Evrimin ne olduğunu hakkıyla anlamıyorlar çünkü transandantal boyutu görmezden geliyorlar. Evrenin maksatlı oluşunu, yaratıcı faaliyetini görmezden geliyorlar. Ken Wilber, kitabı ‘Cinsiyet, Ekoloji ve Maneviyat’ ta bu noktaya değiniyor.

WIE: Öyleyse, resmin bir kısmına sahip olduklarını fakat bu sizin getirdiğiniz diğer bakış açısı olmadan bakış açıları çok…

AG: Çok kısıtlı. Ve o, panteizm’in neden çok kısıtlı olduğudur. Batılılar Hindistan’a gitmeye başladıklarında onun panteistik olduğunu düşündüler, çünkü o pek çok tanrılara sahiptir. Hint felsefesi Tanrıyı doğada pek çok şeyde görme eğilimi gösterir, bazen kayalara taparlar. Bundan dolayı onlar onun panteistik olduğunu düşündüler ve  her nasılsa daha sonraları transandantal bir boyut olduğunun farkına vardılar. Aslına bakarsak; transandantal boyut Hint filozofisinde son derece iyi bir şekilde gelişmiştir. Oysaki Batıdaki transandantal boyut,  Agnostikler gibi ve birkaç büyük ustadan biri olan Meister Eckhart’ınki gibi pek az olan ezoterik sistemler mağarasında saklıdır.Thomas’a göre onu İsa’nın öğretilerinde, dört İncil’den birinde görebilirsiniz.Fakat o ince çizgiyi Batıda bulmanız için gerçekten çok derinlere inmelisiniz. O, Hindistan’da Upanişad’larda ve Vedanta’da ve Bhagavad Gita’da çok açık seçiktir. Şu anda, panteizm kulağa çok hoş geliyor. Fakat o hikâyenin sadece bir kısmı. O ibadet etmek için iyi bir yoldur, maneviyatı günlük hayatınıza taşımanız için iyi bir yoldur, çünkü herşeyde bir ruh olduğunun doğruluğunu kabul etmek iyidir. Fakat yalnızca farklılığı görürsek, Tanrıyı herşeyde görürsek, fakat her bir dikkate değer şeyin ötesindeki Tanrıyı görmezsek; o durumda kendi potansiyelimizin farkına varmıyoruz. Özümüzün farkına varmıyoruz. Ve o durumda, Özünün farkına varma, aslında realitenin bu panteistik bakış açısını görmeyi gerektiriyor, realitenin transandandantal bakış açısını görmeyi de gerektiriyor.

WIE:Bilim adamı olmanızın yanı sıra siz ayrıca manevi uygulayıcısınız. Sizi maneviyata neyin getirdiğinden birazcık bahsedebilir misiniz?

AG:  Pekâlâ, korkarım ki, o gayet alışılmış, neredeyse klasik bir durum. İdeal klasik durum tabii ki, 29 yaşında bir prens olarak zevkin bir zaman kaybı olduğunun, çünkü dünyada acı çekme olduğunun farkına varan Buda’nın ünlü durumuydu. Benim için o kadar etkili değildi, çünkü aşağı yukarı 37 yaşlarındayken dünyam kararmaya başladı. Araştırma bursunu kaybettim, boşandım ve çok yalnızdım. Ve, fizik tezlerini yazarken almaya alışkın olduğum o profesyonel haz, haz olmaktan çıktı. Fakat, o devrede, yani 37 yaş civarında Tanrının varolmadığı ve hayatın mânâsının sadece meslekteki şan-şöhretin beyin ilgi alanlarından gelmesi tam olarak beni tatmin etmedi ve bana mutluluk getirmedi. Aslına bakılırsa, o acı çekmeyle doluydu. Bunun sonucunda, meditasyonla ilgilenmeye başladım. Mutluluk olmasa bile; en azından biraz üzüntüyü hafifletmenin bir yolu olup olmadığını görmek istedim. Ve en sonunda büyük mutluluk kaynağı ondan çıktı, fakat bu zaman aldı. Ve evlendiğimden de söz etmeliyim, sevginin meydan okuması çok önemli bir şeydi. Bir diğer deyişle; ikinci defa evlendikten kısa bir zaman sonra sevginin düşündüğümden çok daha farklı bir şey olduğunu keşfettim. Böyle olunca, eşimle sevginin mânâsını keşfettim, o da kendi maneviyatıma büyük bir katkıydı.

WIE:İlginç ki, maneviyata döndüğünüz zaman, bilimin kendi hakikatinizi aramada sizi gerçekten tatmin etmediğini hissettiniz. Bütün bunlara rağmen başından sonuna kadar bir bilim adamı olarak kaldınız.

AG: O doğru. Yalnızca benim bilimi yapmamdaki yol değişti. Bana ne olduğu, bilimin hazzını kaybetmemdeki neden ise, onu profesyonel bir geziye dönüştürmem dolayısıylaydı. Bilim yapmanın ideal yolu olan keşfin ruhunu, meraklılığını, hakikati bilmenin ruhunu yitirdim. Bundan dolayı, artık hakikati bilim aracılığıyla araştırmıyordum ve bu sebeple hakikati yeniden keşfettiğim, realitenin hakikati olan meditasyonu keşfetmeliydim. Zaten doğanın realitesi nedir? İlk eğilimde hiçbirşeyin varolmadığı Nihilizm’i (Varlığı İnkâr Eden Öğreti) görüyorsunuz, tamamen çaresizliğe kapılmıştım. Fakat kısa zamanda meditasyon bana hayır, onun o kadar çaresiz olmadığını söyledi. Realitenin gerçekten varolduğunun anlık bakışına sahip oldum. Ne olduğunu bilmiyordum, fakat birşey mevcut olmaktaydı. Bu nedenle o bana bilime geri dönme ve bilimi şimdi yeni bir enerjiyle ve yeni bir yönle yapıp  yapamayacağımın ve hakikati profesyonel şan-şöhretten dolayı araştırmak yerine, gerçekten araştırma ayrıcalığını verdi.

WIEÖyleyse hakikatte yakın zamanlarda yeniden dirilmiş ilginiz, bu manevi alâkanız, hayatınıza olan bu manevi çekirdek, bilimi uygulamanızı bilgilendiriyor?

AG: Olan şey oydu ki, bilimi sadece tezlerin yayınlanması, tezleri yayınlamaya ve bursları almaya olanak sağlayan problemleri yapmak amacıyla yapmıyordum. Bunun yerine; gerçekten önemli problemleri yapıyordum. Ve, bugünün gerçekten önemli problemleri çok çelişkili ve çok alışılmışın dışında. Pekâlâ, geleneksel bilimadamlarının birkaç önemli probleme sahip olduklarını söylemiyorum. Orada da birkaç önemli problem var. Fakat bana yol gösterecek problemlerden bir tanesini çok çabuk keşfettim, az evvel sezinledim, realite soruları için kuantum ölçüm problemi vardı. Görüyorsunuz, kuantum ölçüm problemi insanların herhangi bir profesyonel başarısını sonsuza dek sona erdiren bir problem farzedilmekteydi, çünkü çok zor bir problemdir. Onlarca yıldır insanlar denediler, fakat çözemediler. Lâkin,  ‘’Kaybedecek hiçbir şeyim yok ve yalnızca hakikati araştıracağım, neden görmeyeyim?’’ diye düşündüm. Kuantum Fiziği çok iyi bildiğim bir şeydi. Bütün hayatım boyunca Kuantum Fiziğini araştırdım, öyleyse neden kuantum ölçüm problemini yapmayayım? Böylece, bu soruyu sormaya böyle başladım, ‘’Hangi faaliyet, olasılığı gerçekliğe dönüştürebilir?’’ Ve o, beni yine de 1975’den 1985’e kadar tuttu, gizemli, büyük bir buluş aracılığıyla bunun farkına vardım.

WIE: O büyük buluşu anlatabilir misiniz?

AG: Evet, çok isterim. O zihnimde çok canlı bir hatıra. Görüyorsunuz, bilgelik o günlerdeydi ve bu da her tür kitabın içindeydi. ‘Fiziğin Taosu’, ‘Danseden Wu Li Ustaları’, Fred Alan Wolf’un ‘Kuantum Atlayışını Yapmak’ ve diğer bazı kitaplar da—bilgelik heryerdeydi, bilinç beynin ortaya çıkan fenomeni olmalıydı. Ve, buna insanlardan bazıları inanmalarına rağmen; bilince nedensel etkililik veriliyordu, onun nasıl olduğunu hiçkimse açıklayamıyordu. O gizemdi, çünkü; herşeyden önce, o eğer beynin ortaya çıkan bir fenomeniyse, öyleyse bütün nedensel etkililik sonuçta maddesel temel parçacıklardan gelmeliydi. Böyle olunca, bu bana bir bulmacaydı. O herkese bir bulmacaydı ve ben onu tam tamına çözmek için herhangi bir yol bulamadım. David Bohm ‘Saklı Değişkenler’ hakkında konuştu, böylece onun  açıklayan ve saklayan düzen düşünceleriyle oynadım. Oysaki, bu tatmin edici değildi çünkü Bohm’un teorisinde, yinelenecek olursa, bilince verilmiş olan hiçbir nedensel etkililik yoktur. O bir realist teoridir. Bir başka deyişle; o herşeyin matematiksel denklemlerle açıklanabildiği bir teoridir. Hiçbir seçme özgürlüğü yoktur, bir başka ifadeyle, realitede.  Bu nedenle sadece çabalıyor ve çabalıyordum, çünkü gerçekten seçme özgürlüğü olduğuna inanmıştım. Böylece bir defasında- ve bu büyük buluşun olduğu yerde- eşim ve ben, Ventura California’daydık ve o gizemli arkadaş, Joel Morwood, Los Angeles’den gelmişti. Hep birlikte Krişnamurti’yi dinlemeye gittik. Ve Krişnamurti, tabii ki, son derece etkileyiciydi, çok büyük bir mistikti. Böylece, onu dinledik ve daha sonra da eve döndük. Akşam yemeğini yedik ve konuşuyorduk ve ben Joel’e bilincin Kuantum Teorisi hakkındaki en son düşüncelerimi anlatıyordum ve Joel o anda bana karşı çıktı. ‘’Bilinç açıklanabilir mi?’’, dedi. Ben sıyrılmaya çalıştım fakat o beni dinlemedi. ‘’Bilimsel at gözlüklerini takmaktasın. Bilincin tüm varlığın temeli olduğunu farketmiyorsun,’’ dedi. O belirli kelimeyi kullanmadı, fakat ‘’ Tanrıdan başka hiçbirşey yoktur,’’ gibisinden birşey söyledi. İçimde tam olarak açıklayamayacağım bir şey tersyüz oldu. Bu tam o andaki en büyük farkedişimdi. Ruhumda tamamen bir altüst olma vardı ve ben o anda bilincin tüm varlığın temeli olduğunu farkettim. O gece yatmadığımı, gökyüzüne baktığımı ve dünyanın ne olduğu hakkında gerçek mistik bir duyguya sahip olduğumu ve dünyanın bu şekilde olduğuna, realitenin bu şekilde olduğuna ve birisinin bilimi yapabileceğine tamamen kanaat getirdiğimi hatırlıyorum. Görüyorsunuz, -David Bohm gibi insanlar arasında bile- hüküm süren düşünce, “Bir realite ve madde ve tüm bunların var olduğunu nasıl olur da bilim yapabilirsin? Bilince ‘raslantısal’ şeyleri yapmasına izin verirseniz, nasıl bilim yapabilirsiniz?’’ idi. Fakat tamamen ikna olmuş oldum. O zamandan beri de birinin bilimi bu temel üzerinde yapabileceğine dair en ufak bir kuşkum yok. Sadece o değil; biri günümüz biliminin problemlerini çözebilir ve o, meydana getiren şeydir.Tabii ki bütün problemler hemen o gece çözülmedi. O gece bilim yapmanın yeni yolunun başlangıcıydı.

WIE: Bu ilginç. Öyleyse o gece birşey gerçekten tüm yaklaşımınızda sizi değiştirdi ve, ondan sonra herşey farklıydı?

AG: Herşey farklıydı.

WIE: Bu bağlamda daha sonra detayları çözümlemede bilimin ne manaya gelebileceğini, işin içyüzünü çok daha derin olarak anlayabildiğinizi veya kendi bilimsel düşünmenizin bu deneyimle bir şekilde dönüşüm geçirdiğini keşfettiniz mi?

AG: Doğru. Aynen. Olan şey çok ilginçti. Dediğim gibi, şaşırıp kalmıştım, daha önce bu fikirle şaşırıp kalmıştım: ‘’Bilinç nedensel etkililiğe nasıl sahip olabilir?’’ Ve şimdi, bilincin varlığın temeli olduğunun farkına vardım, aylar içinde kuantum ölçüm teorisinin ölçüm çelişkileri o anda eridi gitti. 1989’da yayınlanan ilk tezimi yazdım ve o, fikirlerin ve çözüm üretilen detayların sadece bir düzeltmesiydi. Net sonuç, 1985’de o gecede ikinci tezi bulan o yaratıcılığın kendisini tam olarak ifade etmeye başlamadan önce 3 seneyi bulmasıydı. Fakat o zamandan beri fikirler ve fikirlerle kutsanmaya başladığımdan beri bilişsellik, kavrama, biyolojik evrim, zihin-bedenin sağlığına kavuşması problemleri gibi pek çok problem çözüldü. En son kitabımın adı ‘Ruhun Fiziği’. Bu, tamamen başarılı olan reenkarnasyon teorisi. O, yaratıcılıkta harika bir keşif oldu.

WIE: Öyleyse sizin durumunuzda, maneviyata ilgi duymanızın bilim yapma yeteneğinizde önemli bir etkiye sahip olduğu gayet açık bir etki bırakıyor. Lensin zıt ucundan bakarak bir bilim adamı olmanın manevi evriminizi etkilediğini nasıl söyleyebilirsiniz?

AG: Şey, onları ayrı olarak görmeyi bıraktım, böylece bu tanımlama, bütünlük, manevi ve bilimselin birleşmesi benim için çok önemli. Mistikler sık sık insanları uyarırlar, ‘’ Hayatını onun ve şunun içine bölüştürme’’. Benim için o doğal olarak geldi, çünkü ruhu keşfedince bilim yapmanın yeni yolunu keşfettim. Ruh varlığımın doğal temeliydi. Bu nedenle bundan sonra, ne yaparsam yapayım, onları çok fazla ayırmıyorum.

WIE: Bilimi yapmak için olan motivasyonunuzda bir değişim olduğundan bahsettiniz. O belirli noktaya dönmeye başlamanızda sizi nasıl dürtüledi? Bu konuya bakarken çok düşündüğümüz bir şey o: Bilimi gerçekten motive eden şey nedir? Ve, manevi arayışı motive eden şeyden nasıl farklı? Bilhassa bahsettiğimiz bazı insanlar oldu. Örneğin E.F.Schumacher veya Huston Smith gibi düşünürlerle bilimsel devrim olduğundan beri, bilimin tüm yaklaşımının doğaya veya dünyaya hakim olmak veya kontrol altına almayı denemek olduğunu kim hissedebilir? Böyle kritikler bilimin en derin hakikatleri keşfetmede hiç hakiki araç olup olamayacağını sorguluyorlar, çünkü bilimin yanlış akıl yürütmeleri bilmek için olan arzuyla yerleşmiş olduğunu hissediyorlar. Açıkçası; çalışmanızda, bilimsel dünyaya kendinizi çok kaptırmışsınız. Pek çok bilimadamını tanıyorsunuz, konferanslara gidiyorsunuz, hepsi tarafından kuşatılmışsınız ve ayrıca belki de kendinizdeki motivasyonla mücadele ediyorsunuz. O deneyiminiz hakkında birazcık daha konuşabilir misiniz?

AG: Evet, bu çok, çok iyi bir soru; onu çok derin bir şekilde ‘Wu Li Ustaları’nda, yani ‘maneviyat maddesel dünya görüşünün içerisinde farkedilse bile; Tanrı yalnızca kutsallığın özünde vardır’ bakış açısında görülmüştür.Bu, şu manaya gelmektedir: Yalnızca bir tane realitenin olduğunu söylediniz. Sadece bir realitenin olduğunu söyleyerek (maddesel realitenin) maddeyi maneviyatla aşıladığınız zaman bile,  hâlâ tek bir seviyeyle uğraşıyorsunuz, transandantal düzeyi görmezden geliyorsunuz. Ve bundan dolayı da pastanın sadece bir yarısına bakıyorsunuz, diğer yarısını görmezden geliyorsunuz. Ken Wilber bu noktaya çok, çok iyi dikkat ediyor. Böylece; tabii ki yapılması gereken, o bilimin izi ortadan kaybolduğu zaman, diğer yarıyı bilime dahil etmektir. Şimdi, çalışmamdan önce, bu dahil etmenin nasıl yapılması gerektiği çok belirsizdi. Teilhard de Chardin, Aurobindo veya Teosofi Hareketi’ nin kurucusu Madame Blavatsky gibi insanlar böyle bir bilimin gelebileceğini, çok azın onu gerçekten göreceğini faketseler bile. Bundan dolayı yaptığım şey; yüzyılın başlangıcında yerleşmiş olan tüm bakışlara hakiki bir vücut vermek oldu. Ve onu yaptığınız zaman, yani bilimin bilincin üstünlüğüne dayalı olduğunu farkettiğiniz zaman, bu noksanlık artık orada olmuyor. Bir başka deyişle; o zaman, bilimin yalnızca ayrılık olduğu izi uzaklaşıyor. Maddesel bilim, ayırıcı bilimdir. Yeni bilim ise, dünyanın maddesel kısmının varolduğunu, ayırıcı hareketin de realitenin bir parçası olduğunu, fakat realitenin yalnızca tek kısmının o olmadığını söyler. Ayrılık vardır ve daha sonra da birleşme vardır. Böylece; yeni kitabım ‘Kendini Bilen Evren’ de bir kahramanın bütün bilimsel gayretler için olan seyahatinden bahsediyorum. Pekâlâ, 400 yüzyıl önce Galileo, Kopernik, Newton ve diğerleriyle ayrılıkçı deniz yolculuğumuza başladık ve ayrılığın ayrı bir deniz yolculuğuna gittik, fakat o; kahramanın deniz yolculuğunun sadece ilk kısmıydı. Daha sonra kahraman keşfetti ve geri döndü. Bu yeni örnek aracılığıyla şimdi şahit olduğumuz; o kahramanın dönüşüdür.

Amit Goswami (‘Kendini Bilen Evren’ Kitabının Yazarı) İle Bir Röportaj

Yazan: Craig Hamilton, Aydınlanma Nedir?Dergisi’nin Eski Yönetici Editörü

(http://homepages.ihug.co.nz/~sai/goswam1.htm#1982 ’den çevrilmiştir.)

Çeviren: Esin Tezer

Check Also

Sinir Sistemi Nesiller Boyunca Bilgiyi Aktarabiliyor

Hemen hemen tüm ekolojik ortamlarda bulunan nematotlar(iplik kurdu), üzerinde en çok çalışma yapılan organizma modellerindendir. ...