İnsan-ı Kamil – 3. Bölüm (Sıfat)

İnsan-ı Kamil                                 Abdûlkerîm Ceylî

           Bu eserden beklenen odur ki;
Salik için , en yüce refikine ileten ola..
Ama, ince, düşünceli, nazik, kibar arkadaş gibi..

 

    3 .  BÖLÜM

    S I F A T

Burada, umumî  bir  ifade ile SIFAT  üzerinde durulacak ; ona göre mana verilecektir.. 

Sıfatı,  özet  olarak  şöyle  anlatabiliriz :

       SIFATherhangi  bir  şekli  ile  tavsif  edilen bir  şeyin  durumunu
sana  ulaştıran  bir  şeydir..

 

Özet  olarak :

 

SIFAT, bir  şeyi  özel hali  ile  bilmeyi,  fehmine ulaştıran  bir  şekildir.. 

SIFAT,  bir  şeyin  sana  göre şekillenmesini  sağlayan bir  vasıftır.. 

SIFAT,  bir  şeyin  vehminde  toplanmasını  temin  eden  anlatılış tarzıdır.. 

SIFAT,  bir  şeyi fikrinde  aydınlatan  izah  şeklidir.. 

Sıfat  bir  şeyi  aklına  yakın bir  şekle  getiren  bir  ifade  yönüdür..

 

İşte..   bütün  bu  anlatılanlar,  sıfatın  tarifidir..Bunları  anladıktan  sonradır  ki :
Anlatılan  bir  şeyi  kendine  has  şekli ile  bilirsin..
Ne  olduğunu zevk  yolu ile anlarsın..

 

İşbu  anlayış sonunda  ise..  bir  kıyas  yoluna  gidersin..

Sana  anlatılan  şeyi,  özünde  bir  ölçüye  vurur  bakarsın :

 

a)    İnsan  tabiatıyaratılışı,  karakteri  ona  karşı  meyle  müsait  midir?.
Anlatılan şeyde,  insanın  meylinin  kabul  edecek  bir  durum  var  mıdır?..

Böyle  bir  durum  varsa.. şüphesiz  tab’ano  şeye   yönelmekte  mümkündür..
Ona  meyledilir ;  yanaşılır..

 

b)    O  şeyde,  insan  tabiatına  zıd  bir  şey  var  mıdır?.  Bir  nefret  uyandırıyor  mu?.
Böyle  bir  durumdaysa.. şüphesiz  o  şeye  tabiat  icabı  yönelmek
mümkün  değildir..  Ondan  kaçılır..

 

Bu  manayı  iyi  anla..

 

Sonra..  iyi  düşün  ve  zevk  haline  getir  ki :  Her  halini,  cümle  durumunu,
rahmanın  mühürcüsü, kulağına  doldura ;  üstüne  de  mührü  basa..

 

Anlatılanı  bir  kabuk  say..  Olmaya  ki, bu  kabuk  sana  engel  ola..
Sonra,  öze  varamayasın..  Kabuğu,  daima  özü  saklayan  bir  perde  bilmeli ;
yeri  gelince  de  içine  girmeli..

 

Kaldı ki,  sözde  kalmak, dahi  idrâk  yüzünü  kapatır.. 

  •  

Sonra..

SIFAT,  kendisi  ile sıfat  alana  ( mevsufa )  bağlıdır.. 

Üstteki  cümlenin  izahlı  açıklamasını  şöyle  yapabiliriz:

 

       Sen,  senden  başkasının  sıfatları  ile  sıfat  alamazsın..
Kendi  öz  adın,  lakabın vasfı  ile  de  bir sıfat  sahibi  olamazsın..

 

Hülâsa :  Onlardan  hiç  bir  şey alamazsın ;  ta  ki :
Vasfı  edilen  şeyin  aynısı  sen  olduğunu  bilinceye  kadar..

 

Böyleki  oldu : Vasfedilen  şeyin  aynısı  olursun..

 

Ama  yukarıda  da  anlatıldığı  gibi,  sözde  değil,  hakikatte..
Çünkü  söz  kabuktur ; perdedir..

 

Kabuğu  parçalar,  perdeyi  aralar,  öze  varırsan.. bizzat  bilen  sen  olduğunu
gerçek  manası ile  bilirsen.. işte  o  zaman,  bilgi  sana   bağlanır..

 

Bunun  böyle  olması  zarurîdir.. Daha  fazla  tekide,  manayı  güçlendirmek  için
delile  ihtiyaç  yoktur..

 

Çünkü  sıfat :  O  sıfatı  alanın  bağlısıdır..  Ona  tabidir..

 

Sıfat  alanın  bulunduğu  yerde  sıfat  vardır..  Onun  olmayışı  ile  de  yok  olur..

  •  

Arab  dili  üzerine  ihtisası  olan  bilginlere  göre,  sıfat  iki  türlüdür : 

  a)    Sıfat-ı  fazailiye..
b)    Sıfat-ı  fazıliye..

 

Sıfat-ı  fazailiye :  İnsanın  zatı  ile,  esas  varlığı  ilgili  sıfatlardır..  Meselâ  Hayat..

 

Sıfat-ı  fazıliye :  İnsanla  bağlantılıdır;  ama  onlardan  ayrı  da  olabilir.  Meselâ :
Kerem  sahibi  olmak,  iyilik  etmek  vb.  vasıflar..

 

Bu  bahsi  burada  keselim;  Cenab-ı  hakkın  sıfatlarına  dönelim..

  •  

   Muhakkik  vasfını  alan  âlimler  demiştir  ki : 

   –  Yüce  Hakkın  isimleri  iki  kısımdır.. 

      Burada :
–  İ s i m l e r.. 

Şeklinde  ifade  edilen  mana  vasıftır..  Nahiv  âlimlerine  göre,  isimlere :

–  Esam-i  Nuutiye.. 

Tabir  edilir..

 

BİRİNCİ  KISIM   :   Bunlar  Cenab-ı  Hakkın  zatına  bağlanan  isimlerdir.. 

Meselâ :  Ahad,  Vahid,  Ferd,  Samed,  Azim,  Heyy,  Aziz,  Kebir,  Müteâl
vb.  isimler..

 

İKİNCİ  KISIM  :   Bunlar, Cenab-ı  Hakkın  sıfatlarına  bağlanan  isimlerdir. 

Meselâ :  İlim  ve  kudret.. 

   Nefsiye.. 

Tabir  edilen,  muti  ve  hallak  isimleri  ile : 

   Ef’aliye.. 

Tabir  edilen  diğer  isimler  de  bu  kısma  bağlanır  ki,hemen  hepsi,
Cenab-ı  Hakkın  sıfatlarına  bağlı  isimlerdir..

  •  

Bütün  ilâhi  sıfatlarda  yapılan  vasfın  kökü : Yüce  Allah’ın  RAHMAN  ismine  dayanır..

Çünkü  rahman  ismi,  şümulü  ve  kapsamı  dolayısıyle, ALLAH  isminin   mukabilidir..
Aralarında  fark  şudur :

 

a)    RAHMAN :  Toplu  ve  umumî  bir  mana  ifade  ettiği  için,
vasıfların  zuhur  yeridir..

b)    ALLAH :  Sadece  isme  mazhardır..

  •  

Burada,  RAHMAN  sıfatı  üzerinde  biraz  duralım.. Bilmen  gereken  husus  vardır ;
öğrenmeye  çalış..

 

 Rahman  sıfatı :  Tam  kemâli  ve  şumulü  icabı ; var  olma  yönünden
yüce  zat  mertebesini  gösterir..
Bu  mertebede  halka  nazar  olmadığından :
Rahman  sıfatında  bir  noksanlık  görülmez..

 

ALLAH  ismi :  Vacib’ül-vücud  olan  zata  işarettir.. 

Şöyleki:  Hakka  nisbet  edilen  kemâl  şümulü  ile, halka  nisbet  edilen
noksanları  da  kapsamına  alır..

Çünkü : 

a)    Allah, umumî  bir  mana  ifade  eder.. 

b)    Rahman  sıfatı  ise..  hususî  bir  mana  ifade  eder..

 

Bu  manayı  daha  açık  anlatmak  isterim..  Esas  kasdım  şudur :
Rahman  ismi,  cümle  ilâhi  kemâlleri  özünde  toplar.. Onun  özelliği  buradadır..

 

Allah  ismi  ise..  hem  hakkı,  hem  de  halkı  şümulüne  alır..

 

İş  anlatıldığı  gibi  olunca : Rahman  ismi,  kemâl vasfını  alan kemâlli  durumlarından
birine  tahsis  edilince, rahman  isminin  manası, o kemâle  uyan  bir  isme  geçer..

 

Meselâ :  Rabb,  melik  vb.  isimler  gibi..  Bu  türden  isimler  sınırlıdır..
Ancak  vasfından  aldığı  mertebenin  manasını  anlatır.. Rahman  ismi  böyle  değildir..

 

Çünkü: Rahman isminden  anlaşılan mana; Bütün kemâlleri  toplayıcı bir  vasfa sahib  olmaktır..
Kaldı  ki,  bu  isim,  yukarıda  kısmen  izah  edildiği  gibi : Cümle  sıfatları  özünde  toplar..
Onların  hepsine  bir  asıldır..

  •  

Sıfat  üzerinde  devam  edelim..  Bu  arada  bazı  zatların  fikirlerini  alalım.. 

Öğrenmeye  çalış..

 

Tahkik  ehli  bir  zata  göre :  Sıfat  tam  manası  ile  kavranamaz.. Çünkü  sonu  yoktur..
Ama  zat,  böyle  değildir ;  kavranabilir..

 

   Şu  Allah’ın  zatıdır.. 

Denir  ve  idrâk  edilip kavranır;  ama kemâl  iktizaları  icabı,  sıfat  idrâk  edilemez..
Kavranamaz..

 

Meselâ :  Bir  kimseyi,  umumî   bir  durumu  ile  tanımak ; ama  onun  gibi  vasıflara
sahib  olduğunu ve  neler  yapacağını tam  kestirememek  gibi..

 

Zira kemâl :  Allah’ın  zatı  itibârı  ile  açıktır :

   Şöyledir..

Diye  kestirilir..  Ama  sıfatları  cihetine  gidilince,  kestirilemez.. 

Burada  bir  misal  vermek  yerinde  olacak..  Şöyleki :

 

Bir  kul,  bu  kevnî  mertebeden  yükselir ; kudsî  mertebeye  geçip,
ondan  kendisine gelen bir  keşif olursa,
bilir ki: İşte Allah’ın  zatı kendi  zatının aynıdır..
Böylece,  zatı  idrâk  etmiş  olur..

 

Resulüllah  S.A  efendimizin  şu  hadis-i  şerifi  bu  manayadır :

 

   Bir  kimse  kinefsini  bildigerçekten  Rabbını  bilen  o  oldu..”

 

Bundan  sonra,  o  kula  kalan :  Zat  için  gerekli  sıfatları  bilmektir..

Bu  bilinmesi  gereken  sıfatlar, O  zat-ı  ilâhiye  tam  manasıyla  Hak  olan  ve
özünü  büründürdüğü  vasıflardan  ibarettir..

 

Böyle bir  bilgiye  ise..  o  kul  için  idrâk  yolu  yoktur.. 

Bir  misal  olmak  üzere  ilim  sıfatını  ele  alalım..

Diyelim  ki :

  O  kul, ilim  sıfatını  aldı..

 

Peki  bütün  dallarile  bu  ilim  sıfatını  nasıl  kavrasın?.   Elbette  kavrayamaz..
Ancak,  kalbine  o  ilim  sıfatından  inen  miktarı  bilir..  Meselâ :

 

Bu varlıkta  nekadar  insan  vardır? Bunu  bildikten  sonra, o  insanların  isimlerini
tek  tek  bilmek  kalır..

 

O isimleri  bildiğini  kabul  edelim..  Bu  sefer onların  şekillerini  bilmek  kalır..

 

Hadi,  şekillerini  de  bildi  diyelim..  Bu  sefer  kendilerini  tek  tek  tanıması, bir  bir  görmesi
ve hallerini  anlaması,  bilmesi  gerekir..

 

Hatta  daha  başka  şeyleri  de  bilmesi  icab  eder.. 

İşte,  kalan  sıfatlar  da  böyledir..  Onlarında  durumu  tek  tek  aynı  şekildedir..

 

İş  bu  durum  gösteriyor  ki, sıfatların  hiçbirini  detayları  ile  idrak  etmek
mümkün  değildir..

 

Ancak toplu  yoldan bilinir ki, O  da zat  cihetinden  gelir ; zatını  idrâk  edişi  icabı  bilinir..
Ve  bundan  da  eksik  bir  şey  kalmaz..

 

Şimdi  bir  neticeye  varalım.. Şöyleki : İdrâk  edilen ancak  zat  olduğuna  göre..
Sonsuzluğu  dolayısıyla  bu  zatın sıfatlarının  da  idrâk  edilmeyen  sınıfa girdiklerine  göre :

 

a)    Zat  idrâk  edilir,  muhakkaktır ; malumdur..
b)    Sıfatlar  ise..  meçhuldür ; sonsuzdur..

  •  

Hak  ehli  zatların çoğuna,  bu mana  örtülüdür..Kendilerine, Allah-ü  Taâlâ,
zatını  keşfi  nasib  ettiği  zaman,
sıfatlarını  idrâki  de  istemişlerdir..

Bu  sıfatları  idrâki  kendilerinde  bulamayıncaAllah’ı  da  inkâr  cihetine  gitmişlerdir..
Özellikle Musalarına :

 

       Gerçekten  ben  Allahım..  Benden  başka  ilâh  yoktur..  Bana  ibadet  et..”
( 20 / 14 )

Âyet-i  kerimesi  ile  yapılan  emre  icabet  etmediler  ve  o  hitaba : 

     Sen  ancak  mahluksun..  Başka  değilsin..

 

Dediler..  Bu durum  da  açıkça  gösteriyor  ki :Yüce  Hak  için  itikadlarında :
Zatın  idrâk  edileceğini,  sıfatların  bilinemiyeceğini  bilemediler..

 

Ne  var  ki, tecelli ;  itikad  edilenin  aksine  oldu..  Dolayısı  ile  inkâr  hasıl  oldu..

 

Sandılar ki : Müşahede  yolu  ile, zat  nasıl idrâk  ediliyorsa.. zattaki sıfatlar da öyle
idrâk  edilir.. Bunun  olmasının  imkânsızlığını  kavrayamadılar..

 

Bu  durum, değil  yüce  Allah’ta,  mahlukta da  böyledir.. 

Bizzat  kendinde  dene.. Sende  gördüğün  nedir?.Ancak  zatındır ; kendindir..

 

Sende  neler  yok  ki :  Kahramanlık  var,  cömertlik  var,  ilim  var..
Tam  bir  müşahede  ile,  bunların  durumunu  tesbit  edebiliyor  musun?..
Onlardan ancak parça, parça, bilinen kadar gelenini, ortaya  çıkanını  bilip  görüyorsun..

 

Sende  anlatılan  vasıflardan  biri  çıkınca,  ancak  onun  bir  belirtisi  olur..

Ve  hüküm  yolu  ile ;

   Bu  budur..

Diyebiliyorsun..  ya  onun  diğer  teferruatı..  Yok  olan  sıfatların..
onlar,  sende  idrâk  edilemez..  Bir  yoldan  gizli  kalıyor..  Müşahede  edilmiyor..

 

Sende  bir  sıfatın  belirtisi  görülüyor ;  akıl  onu  sana  bağlıyor..  Bu,  âdettir..
Mefhum  kanunu  böyle  yürüyor..

Ama,  ne  temeline  iniliyor;  ne  de,  detayları  ile  kavranıyor..

Zat-ı  ilâhiyi  idrâk  üzerinde  duralım..  Bu  da,  bilmen  gerekli  bir  konudur..
Özünde  tam  bir  yüceliğe  sahib  bulunan  zat-ı  ilâhiyi  idrâk  şu  yoldan  olur :

Bileceksin  kisen  osuno  da  sen..

 

Ne  var  ki  buKuru  bir  bilgi  ile  değil :Hak  katından ihsan  olunan
ilâhi  bir  keşfe  sahib  olmakla  olur..

 

Anlatılan  keşfeilâhi  bir  ihsanla  nail  olup senin  o  olduğunu ;  onun  da  sen
olduğunu  bildikten
  sonra  anlarsın  ki ;
Bu  böyledir..

Bunun  böyle  oluşundaysa..  ne  bir  ittihad  ne  bir  hülûl  vardır.. 

Demek  isteniyor  ki : 

       Anladığımız  veya  anlamadığımız  manada  ne  bir  bitişme  var ;  ne  bir  giriş çıkış.. 

Bunun  böyle  olduğuna,  bitişme  veya  giriş  çıkış  olmadığına  göre :
Her  şey  yerli  yerinde  kalıyor..

Bu  olan  iş :  Her  şey  yerinde  olduğu  halde  oluyor.. Rabb,  makamında ;
kul  da,  kulluk  halinde  berdevam..

Çünkü :  Ne  rabb  kul  olabilir..  Ne  de  kul  Rabb..

 

İlmin  ve  bütün  açık  hallerin,  çok  çok  üstünde  olan, bir  zevk  yolundan  ve
ilâhi  keşif  ihsanı  ile  bu  kadarını  anlarsan..sana  şu  kalır :


a)  
Yüce  zatta,  bu  geçici  varlığın  eriyip  bitmesi..

b)   Kulluk  vasıflarının  tamamen  eriyip  gitmesi..

Anlatılan  yüce  makamı  bulmuş  olmanın  üç  alâmeti  vardır :

 

1)    Kul,  önce  nefsinden  geçecek..  Nefsi  bilinmez  bir  şey  olacak ;  fena  bulacak
ve  rabbı  zuhur  edecek..

2)    Sonra,  Rabbından  da  geçecek..  Ondan  da  fena  bulacak..
Ve :  Rübubiyet  sırrı  zuhur  edecek..

3)    Bundan  sonra,  sıfatlarla  olan  bağlantılar  da kalmayacak..
Çünkü :  Her  şey  bitmiş ;  yüce  zatla  hakikat  bulunmuştur..
 

Sayılan  bu  üç  hal,  peş  peşe  olduktan  sonradır  ki : Zatı  anlamak
sana  nasib  olur..

 

Ve..  bu  iş  de  burada  bitmiş  olur..  Daha  fazlası  yoktur.. Zat  zattır ve
alâmetleri  tam  olduğuna  göre  idrâkin  kadardır..

 

Bir  şeyi  bilince,  ondan  daha  fazla  malumat  edinmek  sıfatlar kapısındadır..

 

Sıfatlar  senin  kimliğindekilerdir.. İlim,  idrâk,  işitmek,  görmek,  azamet,
kahır,  kibir  ve  emsali  şeylerdir.. Ki  bunlar,  sıfatlar  kapısından  idrâk  edilip,
görülür  ve  bilinir..

 

..  Ve  zata  mensup  kimselerden  her  biri,  bu  sıfatları kendi  azmi,  kuvveti  ve
üstün  gayreti  ve
ilim  sıfatına  büründüğü  mikdar  idrâk  eder..

  •  

Yukarıda  anlatılan manayı iyi  kavradıktan  sonra : 

    Zât  idrak  edilemez.. 

Diyebilirsin..  Haliyle  bu  idrâk  edilemeyiş,  sıfatları  yönündendir..
Çünkü sıfatlar  da, aynen  zattır..  Şu  âyet-i  kerime bu  manaya  işaret  eder :

 

  “Gözler  onu  göremez..”  ( 6 / 103 )

 

Çünkü : Gözler,  sıfatlar  meyanında  sayılır.. 

Sıfatları  idrâk edemeyen  de  zatı  idrâk  edemez.. 

Fakat,  daha  önce  anlatılan zatı  bulma  bahsindeki mana  itibarı  ile : 

  Zat,  idrâk  edilebilir.. 

Diyebilirsin.. 

Bu  mesele  önemlidir :  Ehlüllahtan  pek  çoğu ;  benden  önce
bu  mevzuda  konuşmamıştır..

Bunun  üzerinde  durmalı ;  düşünmelidir.. 

Özellikle  bu  zamanda  benzerine  raslamak  mümkün  değildir.. Nadirattan  bir  şeydir..

 

Bu  mevzuu  anlamak,  bir  tecelli  işidir  ki : Kendisine  bu  tecelli  yolu  açılan  kimse,
yüce  Allah’ın  sıfatları  ile sıfatlanma   tadını  tadar ;  bu hal  içinde
yükselirse..
Allah’ın sıfatları ile  sıfatlanma  keyfiyetini  de  anlar..

 

Gerek  bu  yola  giriş,  gerekse  bu yolda  yapılan  yolculuğun  sonu  buradadır..

Bu  manayı  anla.. 

Zira,  bunu  ancak  celâl  ve  ikram  sahibi  zata  yakınlık  bulmak  için ;
kendilerinde  tam  bir  kemâl  hazırlığı  olanlar  anlayabilir.

Anlatılan  makam,  tam  bir  kurtuluş  makamıdır.. Bu  makama  çıkamayanlar  için,
nice  nice,  öldürücü  oklar  ve  kesici  kılıçlar  vardır..

 

Onun  hayat  suyunu  kalbim  de  arzular;
Vah bana,  öldü  arzularla  nice  kullar..
İçenler  arasında umdum  damlasını ;
Evvelden  beri,  nicelerini  boğdu  bu ummalar..

Bu  mevzu  üzerine  bir  başka  sözümüz  daha  var..Dış  konuşmaya  bakılınca,
öncekine  zıd  gibi  görünür.. Ne  var  ki,  arada  bir  zıdlık  yoktur..
Çünkü  birbirine
zıd  gibi  görünen  hakikatların  tümü  gerçek  manada  birdir..

 

Öncekine  zıd  gibi  görünen  fikrimiz  şudur : 

a)    Mutlak  olmaları  yönünden, sıfatlar  malum manaları  taşırlar.. 

b)    Zat  ise..  bilinmeyen  bir  iştir.. 

Durum  yukarıda  anlatıldığı  gibi  olunca, malum  manaları  anlamak,
meçhul  işi  anlamaktan  daha  kolaydır..

 

Şimdi..  daha  önceki  manaları  da  nazara  alarak, sıfatları  idrâk  mümkün  olmayınca,
hiç  bir  şekilde  zatı  idrâka  yol  yoktur..

 

Daha  açık  bir  mana  ile  konuşalım :  Hakikî  manası  ile, yüce  Allah’ın  ne zatı
idrâk  edilen  bir  şeydir ;  ne  de  sıfatları..

Burada :  Rahman,  ismi  üzerinde  duracağız.. 

Bu  kelime : Fa’lan,  vezninde  gelir.. 

Rahman,  kelime  olarak  lügattaki  manası  şudur : 

       Bu  isimle  sıfat  alan  kimsenin  kuvvetine  ve  zuhurdaki  gücüne  delâlet  eder..

 

Bu  mana  icabıdır  ki,  yüce  Allah’ın  rahmeti,  her  şeyi  kapsadı ; hatta
cehennem  ehlini  bile  kapsamına  aldı..

 

Şunu  bilesin  ki,  bu  Rahman  ismi  altında :

   Esma-i  ilâhiye-i  nefsiye..

Adı  ile  anılan  bütün  isimler  vardır..

 

Sözü  geçen  isimler  şunlardır :  Hayat,  ilim,  kudret,  irade,  semi’,  basar,  kelâm..
( Yaşamak,  bilmek,  güç,  arzu,  işitmek,  görmek,  konuşmak.. )

Bu  isimler  yedi  tanedir.. 

Rahman,  isminin  harfleri  de  yedi  tanedir..

 

Önce  bu  ismin  baş harfi  olan  ELİF’i  alalım..  Bu  harf,  hayattır..

 

Baktığın  zaman,  göreceksin  ki :
Yüce  Allah’ın  hayatı  bütün  eşyaya  sirayet  etmiştir.. Ve  her  şey  onunla  kaimdir..

 

Tıpkı  ELİF, harfinin  bizzat  bütün  harflerde  bulunduğu  gibi..
O  kadar  ki : Harfler  tek  tek  incelendiği  zaman : Gerek  konuşma,  gerekse  yazı  itibarı  ile,
ELİF’ten  başkası  mevcut  değildir..

 

BA,  elifin  yaygın  bir  şekilde  yazılışıdır..
CİM, elif  harfinin  iki  tarafı  kıvrık  şeklidir..

Kalan  harfler  de  buna  göredir.. 

Elif,  harfi  yazıda  anlatıldığı  biçimdedir..

 

Konuşma tarzına  gelince,  yine  orada  da  ELİF’i  bulursun..
Ya  yazılış  şeklinde,  ya  da  yazılış  şekillerinden  çıkan  diğer  şekillerde..

 

Durum  anlatıldığı  gibi  olunca,  ELİF  harfini  bulmana  imkân  yoktur. 

Bir  misal  olarak :  BA  ile  CİM  harfini  ele  alalım..

 

BA,  harfi  yazılış  itibarı  ile  göründüğü  zaman,  ortasında  ELİF  görürsün..
CİM, harfi  yazıldığı  zaman :  YA,   MİM’den ibaret  görülür..
YA,   harfinde   ELİF,  bulunur..  MİM,  harfi  de  böyledir..

 

Kalan  harfleri  de  bu misaldeki  gibi  kıyas  edebilirsin.. 

Yukarıda  anlatıldığı  manada  ELİF  harfi, varlıklara  sirayet  eden rahmanî  hayatın
zuhur  yeri  olduğu böylece  anlaşılmış  oldu..

 

Bu  ELİF,  harfinden  sonraki  LAM  harfine  bir  göz  atalım..

 

Bu  harf,  ilim  mazharıdır..

 

 Dik  kısmı  ile,  Cenab-ı  Hakkın  kendi  zatını  bildiğine  delâlet  eder..

 

LAM,  harfi  olduğunu  isbat  eden  kıvrık  kısmı  ise..
Cenab-ı  Hakkın  mahlukatını  bildiğine  delildir..

RA,  harfine  gelelim :  Bu  harf  kudret  mazharıdır..

 

İşbu  kudret,  yokluk  âleminden  bu varlık  âlemine  gelenleri  gösterir..
Böylece  ilim denizinden  gelenleri  görürsün.. Yokluk  âleminden  gelenleri  de  bulursun.. 

  •  

HAharfi,  iradenin  zuhur  yeridir..   Mahalli  ise,  gizli  tarafıdır.. 

Ha,   harfinin  gösteriş  tarzı  da  bunu  gösterir.. 

Boğaz  kısmının  sonundan  başlar ;  göğse  kadar  iner..

 

Böyle  olunca :  Dıştan  görünmeyen  bir şey  olur..
Yüce  Allah’ın  iradesi  de  aynı  şekilde  bilinip  görülen  bir  şey  değildir..
İradesini,   arzusunu,  yüce  Allah  kendi  zatında  saklar..

 

Neyi  dileyecek  ve  ne  hüküm  verecekse,  kendisi  verir.. Başkaca  ne  bilinir;
ne  de  anlaşılır..

Hâsılı :  İrade  sırf  gizlilikten  ibarettir.. 

MİM,  harfi, semi  isminin  mazharıdır..

 

Bu  harf,  dudağın  dış  kısmı  ile  söylenir..  Ancak,  sesle  söylendiği  zaman  duyulur..
Bu  durum,  lafzan  söylendiği  zaman  da,  duruş  halinde  de  öyledir..

 

Baş kısmının  yuvarlak  oluşu, kendisi  için  bir  hüviyettir.. Ve  kendi  kelâmını
işitmesine  bir  yerdir..

 

Çünkü, daire  çizilirken : Bir  yerinden  başlanır,  yine  aynı yere  gelinir..

 

Yüce  Hakkın  kelâmı  da  aynı  şekilde..Ondan  başlar;  yine  ona  döner..
Bu  harfin çekimli  kısmına gelince ; Yüce  Hakkın,  sözle  olsun ;  halle  olsun :
Konuşmalarını  duymasına  delildir..

 

ELİF : Bu  harf, mim  ile  nun  harfi arasındadır..Basar  ( görmek )  mazharıdır..

 

 Bu  harf, sayı  yönü ile  de,  BİR sayısını  gösterir..
Ki,  bu  sayı da Cenab-ı  Hakkı  işarettir..  Bir  de  onun  zatı  ile  görüleceğine..

 

Bu  harf,  yazılırken  görülmez ;  düşmüştür.. Ama,  söylenirken  vardır ; sabittir..

Yazıda  düşüş  şekline  verilecek  mana  şudur :

 

  Yüce  Hak  yaratılmışları  kendinden  görür.. Onlarda,  kendisine  yabancı
bir  şey  yoktur.. 

Konuşmada  sabit  olduğu  da  şu manaya  gelir :

 

       Yüce  Hakkın,  zatı  ilezatında  mahlukatından  ayırd  ediliş şekline  delâlet  eder..
Özellikle  yüce  Allah,   mahlukatın  vasfı  olan : Zillet,  noksan  gibi
vasıflardan tamamen  uzaktır..
Yücedir ;  mukaddestir..

NUN,  harfine  gelince.. 

Bu  harf  kelâm  mazharıdır.. 

– “ NUN,  kaleme  ve  yazılanlara  yemin  olsun..”   (  68 / 1 ) 

Meâline  gelen  âyet-i  kerime,  bu  manaya  işaret  eder.. 

Sonra,  bu  kinayeten  levh-ü  mahfuza  da  işaret  sayılır.. 

Çünkü,  levh-ü  mahfuz,  kelâm  denizidir.. 

Ve  o :  Allah’ın  öyle  bir  kitabıdır  ki,  ondan  bahsederken : 

– “ Kitaba  almadığımız  bir  şey  kalmadı..”   (  6 / 38 ) 

Buyurur..  Onun  kitabı,  doğrudan  kelâmıdır.. 

Burada  bilmen  gereken  bazı  noktaları  da  işaretleyelim..  Bunları  da  bilesin..

 

NUN  harfi,  mahlukatın  suret  noktalarından  ibarettir.. Tüm halleri,  vasıfları  ile..
Toplu  halde,  oldukları  gibi..

Bunlara  işlenen  nakış  ise;  yüce  Allah’ın : 

–  “ Kün..  ol..”   ( 16 / 40 )

Emrinden  ibarettir..  Bu  emir  alındıktan  sonra, Yüce  Hazretin  bu  kelimesine
zuhur  yeri  olan  levhdeki  kalem  nasıl  çizerse  öyle  olurlar..

       “ Ol..”  ( 16 / 40) 

Emrinden  ne  geliyorsa..  hepsi  levh-ü  mahfuzun  kapsamı  altındadır.. 

İşte  bu  mana  icabıdır  ki : 

    NUN,  Allah  kelâmına bir  zuhur  yeridir..

Dedik.. 

  •  

Biraz  da,  NUN  harfinin  üzerindeki  noktada  duralım  ki,  onu  da  bilesin. 

O nokta,  mahlukat  suretlerinde  zâhir  olan,  yüce  Allah’ın  zatına  işarettir.. 

Çünkü  mahlukatta,  ilk  zâhir  olan, onun  zatıdır..

 

Mahlukat  sonra  zâhir  olan,  onun  zatıdır..  Mahlukat  sonra  zahir  olur..
Zira,  onun  zat  NUN’u,  mahlukatın  NUN’undan  daha  aşikâr  ve  daha  yücedir..

 

Resulüllah  S.A.  efendimizin  şu hadis-i   şerifi,  buraya  işaret  eder.. 

       “ Sadaka,  önce  Rahman’ın  eline  düşer,  sonra  da  dilencinin  eline..”

Bu  durumu  düşün,  halin  icabı  nasıldır?  Anla.. 

Keza,   Hazret-i  Sıddık’ın  şu  cümlesi  de,  aynı  manaya  gelir.. 

–  Her  neye  baktımsa,  o  baktığım  şeyden  önce  Allah’ı  gördüm..

 

Evet..  noktanın  yüce  Allah’ın zatına  işaret olduğunu  bildiysen.. NUN  harfinin
yarım  dairesini  de  mahlukata  işaret  bil..

RAHMAN,   ismi  üzerinde : 

–    EL-KEHF’Ü    VER-RAKİM   Fİ   ŞERH-İ     BİSMİLLHİRRAHMANİRRAHİM. 

Adlı  eserimizde,  buradakinden  daha  fazla  kelâm  ettik. 

Bunu  bilmek  isteyen,  o kitabı  mütalaa  etmeli.. Bu  güzel  ismin  ihtiva  ettiği
sırları  görmelidir..

Onlar,  öyle  sırlardır  ki :  Fikir  kuşları  orada  ötmez ;  susar..

 

Bu  ismin  harfleri  üzerinde dursak, onun  sırlarını, yazılış tarzları  ile, sayılarını  anlatsak ;
harflerden  her  birinin  altında,  bulunan  kâinatın  infialini  ve harika  işlerini söylesek..
çok  şaşırtıcı  işler  meydana  getirmiş,  fehimleri  hayrete  daldıran şeyleri
anlatmış  olurduk.


– 
Bu nereden geliyor?..
 

          Denir  ve  şaşılırdı.. 

Ama,  onları  söylemedik,  yazmadık ;  tuttuk.. 

Böyle  yapmamızın  adı :

  C  i  m  r  i  l  i  k..

Değildir.. Maksadımız  kısa  kesmektir..

 

Bu eserde  hülâsa  olarak  yazdık ki : Okuyup  yazanı  bıkıp  usanmaya..
Şayet  bir  usanma  olursa..  faydasını  arzu  ettiğimiz  manayı  kaybederler.

 

Ne  var  ki,  bu  esere  yazdığımız  sırlar,  ondan  daha  fazladır.. 

Haliyle,  dikkat  edilince  görülür..

Yardım  talebine  bir  karargâh  yüce  Allah’tır.. 

Güvenilecek  makam  yine  odur..

<– geriileri –> 

 

Check Also

İnsan-ı Kamil – Abdûlkerîm Ceylî

             İnsan-ı Kamil                                 Abdûlkerîm Ceylî              Bu eserden beklenen odur ki; Salik için , en ...