Sezgimize Güvenebilir miyiz?

Dr. Daniel Kahneman ile Röportaj:

 Daniel Kahneman, bilişsel yeteneklerimizin sınırlarının bizim kararlarımızı hangi yollarla şekillendiğini araştıran dünyanın önde gelen araştırmacılarından. 1960’ların sonlarından bu yana, çoğunu Amos Tversky (1937–1996) ile yakın işbirliği içinde yürüttüğü çalışması sezgisel yargılarımız üzerine odaklıdır. Kahneman ve Tversky’nin bu tür yargıları incelemek için tercih ettikleri yöntemlerinden biri de, bazı durumlar hakkında nispeten basit sorular sormak. Ünlü “Linda Vakası” ile ilgili deneklerin ana karakter hakkında yaptıkları tanımlama buna bir örnek teşkil ediyor:

Linda 31 yaşında, bekar, açıksözlü ve çok parlak bir kişi. Felsefe alanında uzmanlaşmış. Bir öğrenciyken, ayrımcılık ve sosyal adalet meseleleriyle derinden ilgiliydi ve ayrıca antinükleer gösterilere katıldı.”

Deneklere, Linda’nın mevcut iş ve faaliyetlerini açıklayan sekiz olası sonuçların bir listesi verildi. Bir dizi çeşitli olasılıkların (örneğin, ilkokul öğretmeni, psikiyatri, sosyal görevli) yanı sıra, bu listede “Linda bir banka memuru” ve “Linda banka memuru ve feminist hareketelerde aktif rol oynuyor” gibi tanımlar da yer aldı. Deneklere bu açıklamaların hangisinin daha doğru olabileceğini sırayla yazmaları istendi. Büyük bir çoğunluk, Linda’nın feminist hareketlerinde aktif olan bir banka memuru olma ihtimalinin, bir banka memuru olma olasılığından daha düşük olduğunu belirtti. Bu şekilde söylemek aslında bariz bir hatadır. Çünkü, Linda’nın X niteliğine bakarak, X ve Y nitelikleri ortaya koyamayabilir.

Kahneman’ın çoğunluğun hatalı olduğuna karar vermesinin, katılımcıların kararlarına varmak için açık bir şekilde bir bulgusal (bir zihinsel kısa yol) kullanmalarından  dolayı olduğunu söylüyor. Bu özel buluşsallık, sorunun hedefi, (tarifin gerçekliğinin göreceli olasılığı), akla daha kolay gelen bir öznitelikle değiştirmeyi (tarifin Linda hakkındaki giriş ifadesine nispi benzerliği) içeriyordu. Diğer bir deyişle, katılımcılar; hızlı bir şekilde doğru karar verdiklerini düşünerek, Linda’nın özelliklerine uygun, onun özellikleri ile paralel mevcut olası faaliyetlerini tanımlamlarlar.

Linda vakası”, sezgisel yargıların birkaç yönünü gösterir: genellikle çabuk ve otomatiktir, çabasız ve otomatiktir, çok çaba sarf etmeden, veya çatışan deliller karşısında bile kontrol etmek veya değişiklik yapmak zordur. Üstelik, bu tür yargılara yol açan buluşsal yöntemler genel olarak yararlı olsa da, (zihnimizin kısıtlı bilgi işlem süresi ve kabiliyeti üzerinde tasarruf sağlar) bizi yanlış yönlendirebilir, hedefi şaşırtabilir.

Kahneman ve Tversky, aynı zamanda, sezgisel yargılarımızın rasyonel ilkelere uymadığı başka bir yola da dikkat çekerler: Alternatiflerin tanımlanmasındaki alakasız varyasyonlar, yargıda bir değişikliğe yol açabilir, çünkü her bir açıklama, alternatiflerin farklı bir sezgisel zihinsel temsilini ortaya çıkarır.

Bir örnek “Asya Hastalığı Vakası”dır: Amerika Birleşik Devletleri’nde 600 kişinin öleceğinin tahmin edildiği sıra dışı bir Asya hastalığının ortaya çıkmasının beklendiğini hayal edin. Hastalıkla mücadele için iki alternatif program önerilsin. Program A’ nın uygulanması durumunda, 200 kişinin kurtulabileceğini varsayalım.

Eğer Program B uygulanırsa, üçte bir olasıkla 600 kişinin kurtarılacağı ve üçte iki olasılıkla da kimsenin kurtulamayacağını varsayalım.

İki programdan hangisini tercih edersiniz?

Cevap verenlerin önemli bir çoğunluğu Program A’yı destekler.

Ayrıca katılımcılara seçenekler aşağıdaki gibi biraz daha farklı şekilde de sunulur:

Program A kabul edilirse, 400 kişi ölecektir.

Program B kabul edilirse, üçte bir olasılıkla hiç kimse ölmeyecek ve üçte iki olasılıkla da 600 kişi ölecektir.

Bu seçenekler göz önünde bulundurulduğunda, net bir çoğunluk Program B’yi destekler. İki şekilde de sunulan durum aynı olasıkları söylese de denekler, 200 kişinin kesinlikle kurtarılacağını net olarak söylendiği seçeneği daha yüksek oranda destekler. Bunun nedeni, kaybedilecek yaşamlardan çok net olarak kurtulacak yaşam sayısının ortaya konmasıdır.

Kahneman ve Tversky, insanın tercihlerinde ortaya çıkan farkı “çerçeveleme etkisi” olarak tanımladılar: Aslında akılcılık-rasyonalite, aynı tepki kalıplarının ortaya konmasını gerektirse de, bir probleme yönelik farklı şekilde ama aynı çözümler sunulduğunda farklı tepkiler ortaya çıkabilmektedir.

Kahneman ve Tversky’nin çeşitli sezgisel ve “çerçeveleme etkileri” üzerindeki çalışmaları ve insanların riskli durumlarda nasıl seçtikleri konusundaki yenilikçi teorisi, psikoloji ve ekonomi alanında büyük bir araştırma programı ortaya çıkardı ve 2002’de Kahire’de iktisat alanında Nobel Ödülü kazandı. 1980’ler, Kahneman ve diğerleri de, sezginin kullanımı ve ahlaki yargılarda “çerçeveleme etki”lerinin varlığını araştırmışlardır.

Bu çalışma ahlâki teori ile ilişkilidir. Çünkü, ahlâki sorgu ve araştırmanın yaygın bir prosedürü, belirli vakalar ve bunları yönetmeyi düşündüğümüz prensiplerimiz arasında, bu unsurların herhangi birinin revize edilmesiyle ilgili olarak, ileriye dönük çalışmalara dayanan, yansıtıcı denge yöntemini kullanmaktır. Vakalara karşı sezgisel verilen kararlar ve ahlâki ilkelerimiz birbiriyle tutarlıdır ve bu kararların ve prensiplerin bir kısmının diğerlerinin en iyi şekilde açıklanmasını sağlaması veya sunulması durumunda, yansıtıcı bir dengeye ulaşırız.

Bu yöntemi kullananlar için, bu vakaları yargılamanın ne zaman hata içerdiğini ve eğer öyleyse, ne olursa olsun, bunları düzeltmek için ne yapabileceğimizi anlamak önemlidir.

Covent Garden’dan geçerek London School of Economics’teki ofisime yaptığımız yürüyüş sırasında Kahneman, Wellcome Neuroscience’ın Bölümü’nden Dr. Benedetto De Martino ile aynı günün erken saatlerinde yaptığı toplantıyı coşkuyla hatırlayıp, anlatıyor. De Martino, seçimler yaparken insanların aktif beyin alanlarını incelemiştir. Bahsedilen kazanç / kayıp çerçeveleme etkilerine kuvvetli derecede duyarlı olan kişilerin, duygusal işleme (amigdala) ile ilişkili olan beyninin bir kısmında daha yüksek aktiviteye sahip olduğunu bulmuşlardır, buna karşın, bu etkilere daha az duyarlı olan kişilerin, daha analitik işlemle ile ilişkili beyin (prefrontal kortekste alanlar) alanlarında daha fazla aktivite gözlemlemişlerdir. Bu nedenle bu çalışma, Kahneman ve Tversky’nin ortaya çıkardığı sezgisel süreçlerin, beynin ayırt edici bir bölümünde faaliyet gösterdiği ve daha müzakereci akıl yürütme ile geçersiz kılınmadığı sürece yargının oluşacağı görüşüne destek vermiştir.

BRAIN WORLD: “Sezgi” muğlak, belirsiz bir terim. Bunu nasıl tarif edersiniz?

DANIEL KAHNEMAN: Bu terimi kullanırken her zaman tutarlı değilim. İlk kez bir yazımda kullanmıştım. Sanırım, “Küçük Sayılar Kanunu” nda Amos Tversky ile yazdığım bir makalede. Bu makalede, “Büyük Sayılar Yasası’nın, insan sezgisinin repertuvarının-dağarcının bir parçası olmadığını” yazmıştık. “Sezgi ”ile kastettiğimiz şey, belirli bir vaka hakkında bir bireyin yargılarını ortaya çıkaran kural hakkında tarafsız bir gözlemci tarafından yapılan tanımlayıcı bir genelleme idi. Ve bu, birey bu kuralı reddederse bile, dış gözlemci tarafından doğru bir tanım olabilir.

Sezgisel düşünceler olarak adlandırılan düşünceleri üretmenin bir yolunu tanımlamak için sezgisel  sistem şeklinde de bu terimi kullandım. (“İntuition” kelimesini içgüdü anlamında da kullandığını söylüyor) Bu sistemin işlemleri tipik olarak otomatik, hızlı, zahmetsiz, ilişkisel ve genellikle duygusal yüklüdür. Genellikle, iç gözlemlere açık değildir ve kontrol etmek veya değiştirmek zor değildir. Bu içgüdüsel sistem, algılar şekilde kendiliğinden akla gelen istemsiz izlenimler üretir. İçgüdüsel yargılar, içgüdüsel sistemden çok farklı işlev gören akla dayalı sisteme nazaran doğrudan ortaya konulur.

BW: Sezgisel sistemin bir ürünü olarak anlaşılan sezgisel yargılar diye adlandırdığınızla felsefecilerin ahlaki teorilerini inşa etmek ve test etmek için kullandıkları vakalara yönelik yargı türü arasında bir fark var gibi görünüyor, ki bunları bazen “sezgiler” olarak da ifade ediyorlar. Felsefeciler, genellikle bunları vaka yargılamaları olarak kabul etmekte; yani, olayı düşündükten sonra varılan yargı ve o yargıyı ortaya koyma sebeplerimiz. Oysa sezgisel yargılama kategorileriniz  bu kadar kapsamlı bir yansımayı, düşünmeyi içermiyor gibi görünmemekte. Ele alınan dava yargılarına varmada bu yöntem hakkında ne düşünüyorsunuz?

DK: Bir psikoloğun yöntemi ile bir felseficininki arasında çok ilginç bir karşıtlık vardır. Felsefecinin neden o sonuca ulaştığına dair bir fikri vardır. Psikolojik analizde temel bir varsayım; belirli bir durumda ilk önce bir sezgiye sahip olmanızdır. Neden ona sahip olduğunuzu kendinize sorduğunuzda, kendinize bir hikaye anlatırsınız. Ancak ortaya koyduğunuz hikaye sezgilerinizin sebebini tam olarak tanımlamaz. Çünkü, sezgilerinize neden olan şeylere erişiminiz yoktur.

Bilirsiniz… birçok psikolog, bilincin, kendimizi kendimize anlattığımız bir hikaye olduğuna inanır. Ve birçok durumda, hikaye gerçekle uyuşmaz. Yani, hikayede doğru olmadığını bildiğiniz durum ve olayları oluşturmak çok kolaydır. Size bir örnek vereyim.. “Ellerimi çırptıktan sonra sen ayağa kalkıp pencereyi açacaksın” şeklinde bir posthipnotik (hipnoz somrası) telkinli deneyler vardır. Kişi uyanır, ellerinizi çırparsınız ve o kalkıp pencereyi açar. Ona sorarsanız, “Pencereyi neden açtın?”, o da “Oda çok sıcak olmuştu” der.

BW: Ama bu hipnoz vakaları basit anlamda patolojik (hastalık işareti olan) değil mi?

DK: Hayır, onlar en iyi örneklerdir! Bu örneklerin güzelliği, sizin deneklerin neden bunu yaptığını bilmenizdir. Bunu yapıyorlar, çünkü, talimat verildi, ve sonra birileri elini çırptı. Ama onlar neden bunu yaptıklarına dair tamamen farklı bir deneyime sahiplerdir. Dahası, insanlar yaptıkları nedenden dolayı hiçbir zaman bir zarara uğramazlar. Posthipnotik(hipnoz sonrası) telkini ile kesinlikle saçma şeyler yapabilirler ve bu şeyleri  yapmak da onlara mantıklı gelir. Buradan çıkardığım sonuç; sezgisel yargılarımızı anlamlandırmanın zihinsel işleyişinin, bu sezgilere sahip olmaktan çok farklı bir bilişsel faaliyet olduğu.

BW: Yine de, hipnotik olgusu, yalnızca, neden yaptığımız, davrandığımız veya yargıladığımız hakkında introspektif yargılarımıza her zaman güvenemeyeceğimizi göstermektedir; bu yargılara veya kullanılan yönteme asla güvenemeyeceğimizi göstermez. Diğerleri, yargılamalarımızı ayrıştırılmış durumlarda neyin yönlendirdiğini anlatan basit bir yargılamadan daha fazlasını içerir. Bu yöntemi kullanan felsefeciler, belirli bir durumda verdikleri tepkinin diğer yargılarını belirleyip belirlemediğini düşünmeye devam etmekteler.

DK: Fakat, bu, başka bir metodolojik problemi gündeme getiriyor. Konuları, olayları değerlendirmede “Konu içinde” ve “Konu arasında” olarak adlandırdığım metodlar arasında bir fark var. “Konu içi” yöntem, belirli bir konunun birden fazla zıt durum göz önüne alındığındaki sezgilerin fark edilmesini içerir .“Konu arasında” metodu, bir deneğin, başka durumlar ile açık bir karşılaştırma yapmadan, tek bir vakada sahip olduğu sezgiye dikkat çekmeyi içerir. İki yöntem, durumlar göz önüne alındığında çok farklı sezgilere neden olabilir.

Şimdi, amacı farklı vakalarda uygulanabilir kurallar bulmak olduğundan, ahlâki(etik) felsefe, tabiatı gereği, “konuiçi” yöntemle sınırlıdır. Yani, ahlâki bir felsefeci her zaman iki veya daha fazla vakanın-durumun bilincindedir ve iki durumdaki farklılıklar hakkında ve bu farklılıklara nasıl karşılık vermesi gerektiği ile ilgili sezgileri vardır ve bence bu, ahlâki felsefedeki ana bir kısıtlamadır. Çünkü, günlük yaşamlarında, insanlar bir kerede bir problemle karşı karşıya kalırlar, dolayısıyla ilgili sezgiler, bir kerede meydana gelen vakalarla alakalıdır. Ve ahlaki (etik) bir felsefecinin duruşu, hayatlarını bu şekilde yaşayan bireylerle ilgili olan ahlâki sezgilerin tanımlanmasını engellemektedir. Bu sebeple, bir grup insanın bir durum ve başka bir grup insanı başka bir durum hakkında sormayı gerektiren “konu-arası” yaklaşım daha üstün, daha niteliklidir.

BW: Bu çok ilginç…  insanların kazanımları veya kayıpları içeren bir çerçevede nasıl farklı tepki verme eğiliminde olduklarını görüyorum sanırım… ve bu da sadece daha açık bir şekilde “konu arası” deneylerle açığa çıkabilir diye düşünüyorum.İki yöntemin farklı yargılara yol açtığı başka durumlara örnek verebilir misiniz?

DK: Size iki örnek vereyim. Öncelikle, daha önce bahsettiğim, “dokunaklılığın” kurban için maddi bedel-tanzimat üzerindeki etkisini ortaya koyduğum market vakaları için sezgisel kararlar, sadece “konu-arası” yöntemle ortaya çıkabilir. Çünkü, iki vakanın, mağdurun düzenli gittiği bir markette mi yoksa farklı marketlerde olmasının verilen tazminat açısından herhangi bir fark yaratmaz.

İkincisi, Cass Sunstein, David Schkade ve Ilana Ritov ile yürüttüğüm araştırmada, iş dolandırıcılığı vakaları, bedeni ilgilendiren günahlarla karşılaştırdıklarında, insanların uygun gördükleri cezalarda önemli ölçüde farklılıklar olduğunu tespit ettik. Hipotezimiz; bir eylemde öfkenin, uygun görülen cezaların büyüklüğünde önemli bir katkısı olduğudur. Tecrit altındaki bir iş dolandırıcılığı vakasını düşünürken, bu durumu diğer durumlardaki iş dolandırıcılıkları dolaylı olarak karşılaştırılmıştır, bu yüzden de işten çıkarılma düzeyleri, davranışların, diğer iş dolandırıcılığı vakalarına kıyasla ne kadar egemen olduğuyla belirlenmiştir. Bu nedenle, özellikle de iş dolandırıcılığıyla ilgili korkunç bir yanlışlıklık, çok ağır bir şekilde cezalandırılır.

Ancak, iş dolandırıcılığının, bedensel yaralanmalar gibi, farklı bir kategorideki vakalarla, karşılaştırılmasında, görevi suistimale ait kategori de göreceli olarak önemlidir. Bedensel yaralama genellikle sahtekârlıktan daha kötü olduğu için, bu aynı sahtekarlık olayında olduğu gibi bedensel yaralanmadan dolayı kişinin daha ağır cezalara layık görünmesini sağlayabilir.

BW: Ancak bu vakalar, felsefecilerin kullandığı “konu içi yaklaşım”ını baltalamaktan ziyade haklı göstermektedir. Bu gibi durumlarda, tek bir kişinin birden fazla olayı yan yana ele alma konusundaki “konu içi yaklaşım”, her bir vakayı ayrı ayrı ele aldığında meydana gelebilecek hataları önlüyor gözükmekte.

DK: Bir ölçüde, kabul ediyorum ve Sunstein, Schkade ve Ritov’la birlikte bu makalede, “konu içi” karşılaştırmanın bir avantajı olduğunu tartışmaya çalışacağız, çünkü, bu, size ayrı bir şekilde tek bir durumu yargılamaktan ziyade, her zaman işe yaramasa da, dünyanın tutarlı bir görüşe yaklaşmasına daha çok şans tanıyor. Ancak politikaları ve insanlara ahlaki kuralları uygulamayı düşündüğümüzde, bu kişilerin olayları-durumları “katılımcılar” olarak yaşayacağını hatırlamak da önemli.

İki durum arasındaki farklılıkları göz önüne aldığımızda, bize mecburi olarak ahlaki gelen şey, onlara ahlaki gelmeyebilir. Dolayısıyla, onlara empoze etmek istediğimiz kurallar, kendilerine alâkalı görünmeyebilir.

Sanırım, burada tutarlılık talepleri ile yargılarını ihlâl eden ilkeleri insanlara empoze etme ihtiyacı arasında gerçek bir ikilem var. Bu yazıda ulaştığımız bir çözüm, her iki talebi de kısmen karşılamaktır. Bu yüzden bizim tavsiyemiz; izolasyonu-tecriti göz önüne alarak, yanlış davranıştaki öfkeyi ölçmek ve cezaların ciddiyetini belirlemede bir girdi olarak öfkeyi kullanmaktı. Bazı jüri yargılamalarında olduğu gibi cezaları belirlemede tek başına öfkenin sadece belirleyici bir unsur olmasını tavsiye etmiyoruz.

Bizim düşüncemiz, sadece öfkeyi yansıtan bir kamupolitikasının garip, anlamsız olduğu ancak, öfkeye karşı duyarsız olan bir politikanın da insanlar için kabul edilemeyeceği idi. Dolayısıyla, kamu politikası, öfkeye karşı duyarlı olmalı, ancak onun tarafından yönetilmemelidir. Yapabileceğimizin en iyisi bu. Bu benzersiz bir çözüm değil, belirli bir vaka hakkında ahlaki sezgiye güvenilemez veya tamamen göz ardı edilemez.

BW: Önerilen bu çözüm, insanların duygularını ve kararlarını vermediğinde basitçe vermiş gibi gösteriyor. Söylediğiniz gibi, öfke gibi ahlaki duygular yargıya-duyarlıdır; ne kadar çileden çıkacağımız o şeyin ne kadar yanlış olduğunu düşündüğümüze bağlı. Öyleyse, insanın öfke duygusu, suçun ölçüsünün ne kadar ahlaksız olduğuna dayanıyorsa, o zaman bu karar yerine getirilmektense düzeltilmesi gerekmektedir.

DK: Bunun mükemmel bir nokta olduğunu düşünüyorum ve sezgilerin bir dereceye kadar kolayca geliştirilebileceğini ve bazı durumlarda eğitim yoluyla değişebileceğini düşünüyorum. İşte güzel bir örnek. Kanada’da bir kez bir araştırma yapmıştık… trafik kazası sigorta oranlarının nerede yaşadıklarına göre belirlendiğini, insanların çok fazla kaza olduğu bir bölgede yaşıyorlarsa, yüksek bir sigorta ücreti ödeyeceklerini tespit ettik. İnsanlar başlangıçta bunun içten içe ahlaksız olduğunu düşündüler, çünkü, sigorta oranlarının sadece sürücü davranışları tarafından belirlenmesi gerektiğini düşünüyorlardı. Ama bu, insanları “yanlış” olarak tanımlaması için eğitebildiğiniz bir sezgidir. İnsanlar için ödeme yapmak için uygun olan sigorta oranının, bir kazada bulunma ihtimalleri ile orantılı olduğunu, onlar neden olmasalar bile, o bölgede yaşadıkları alanın, kendilerinin yaşayacakları olasılıkları etkilediğini fark ettiler.. Ancak tüm sezgiler bu şekilde biçimlendirilemez.

BW: Sezgilerimizin yansımaya duyarlı olmadığını düşündüğünüz bir dava örneği verebilir misiniz?

DK: Ahlaki-etik felsefecilerin en sevdiği ikilem olan “tren vakaları” diye adlandırılan durumuna bir bakalım. (Tren, tren yolu üzerinde çalışan 5 kişiye doğru hızla ilerliyor. Sen de görüyorsun. Elinin altında bir kol var, o kolu çekersen tren başka bir raya geçecek orada da bir kişi var. Ya 5 kişi ölecek ya da bir kişi. Ne yaparsın?…)

Çoğu insan, trenin rotasının değişmesine “sezgisel” olarak izin verilebileceğine inanır ve bazıları da zorunlu olduğuna inanır. Bu durumu bir de “köprü olayı” ile karşılaştıralım. Yine aynı tren aynı güzergahta ilerliyor ve ezip öldürme ihtimali olduğu 5 işçi de raylar üzerinde çalışıyor.Tren bir köprü altından geçecek.. Ve iki kişi köprüde duruyor. Biri oldukça iri. O iri adamı itip trenin altına atıp, treni durdurma ihtimalin var. Böylelikle bir kişiyi feda edip, 5 kişiyi kurtaracaksın. Yapar mısın?..

Pek çok kişi “içgüdüsel” bir şekilde bunun müsaade edilemez bir durum olduğunu söyler. Birer kişinin öleceği ve 5 kişinin kurtulacağı bu her iki yargı kararına yönelik bir açıklamaya ihtiyaç vardır.

Köprüdeki iri adamın durumu, insanların sezgisel yargılarının, masum bir kişiye karşı doğrudan fiziksel şiddete başvurmanın kabul edilemez olduğu kuralının uyguladığının açık bir örneğidir. Şimdi, düşünüldüğünde, bu zayıf bir kural gibi görünüyor – ahlaki açıdan uygun bir faktör seçmiyor gibi görünüyor. Ancak bireysel vakalara uygulandığında, her seferinde bu tavır güçlü bir karar olacaktır. Sen (ya da en azından ben) treni rotasından saptırmayan bir bireyi suçlayabiliriz, ama iri adamı trenin önüne atmadığı için birisini suçlayanı hayal edemiyorum.

BW: Ahlâki düşüncenin benzersiz bir şekilde uyumlu ve tutarlı bir sistemi olmadığını ve bu genel ilkelerle tutarsız olan güçlü sezgilerimizi geçersiz kılan bizim genel prensiplerimizin yetersiz olduğunu görecek kadar aklıbaşında ve mantıklıysak eğer buna yeterince güvenmeyeceğimizi mi söylüyorsunuz? 5 kişiyi kurtarmak için köprüdeki iri adama itmenin, ya da diğer rayda duran bir kişiyi öldürmenin her zaman daha iyi olacağına dair sezgisel kararlarımızı gözden geçirmeye bu yüzden mi hazır hissetmiyoruz?

DK: Açıkçası, benim bulunduğum pozisyonun içten içe tutarlı olmadığının farkındayım. Fakat tutarlılığı elde etmemeye çalışmak için bir nedenim var: Uyumun imkansız olduğuna inanıyorum. Bazı ahlaki dinamikler, mantıklı bir kural biçiminde olan sezgileri uyandırır. (5 kişiyi kurtarmak için treni diğer raya geçirerek 1 kişiyi feda etme) Diğer durumlar, mantıklı bir kural biçiminde olmayan, ancak mantıklı kurallarla ya da diğer sezgilerle çatıştığında kolayca terkedilen sezgilere yol açar.

Bununla birlikte, üçüncü türden olgular, mantıklı bir kural önermeyen ve yine de çelişen kurallara ya da sezgilere yol açmayan güçlü önsezilere yol açar. İri adam senaryosu en iyi örnek. Mantıklı bir kuralın, iri adam trenin önüne itilmemeli sezgisi yarattığına, ya da bunun haklı çıkarılması için yaratılacağına inanmıyorum; yine de, iri adamı itmeyi içten bir şekilde aykırı ve iğrenç buluyorum. Bu üçüncü sınıf vakalardan dolayı, temel sezgilerimizin çözülemeyecek çelişkiler içermesi muhtemeldir.

Tutarlılık arayışının takdire şayan ve özenle takip edilmesi gerektiğine ancak, bunun kaçınılmaz olarak başarısız olacağını da hatırlatmanın önemli olduğuna inanıyorum.

Çeviren: AylinER
https://brainworldmagazine.com/can-we-trust-our-intuition-an-interview-with-dr-daniel-kahneman/

Check Also

Geri Dönüşü Olmayan İnsan Ruhunun Ölümsüz Yolculuğu