Michio Kaku’nun gözünden gelecek 20 yıl

New York Şehir Üniversitesi Teorik Fizik Profesörü Michio Kaku, Koç Üniversiteli öğrenci ve akademisyenleri 20 kaku1yıl sonrasının teknolojisini betimleyen nefes kesici bir zaman yolculuğuna çıkardı.

 Koç Üniversitesi 20. yılını, sicim kuramcısı, popüler bilim yazarı, Discovery ve National Geographic belgesel dizilerinin vazgeçilmezi New York Şehir Üniversitesi Teorik Fizik Profesörü Michio Kaku  ile birlikte kutladı. Koç Üniversiteli öğrenci ve akademisyenleri 20 yıl sonrasının teknolojisini betimleyen nefes kesici bir zaman yolculuğuna çıkaran Kaku, yakın uygarlık tarihinde birbirini 80 yıl arayla izleyen atılım ve kriz döngüleri olan buhar ve elektrik devrimlerinden, günümüzün biyoteknoloji, nanoteknoloji ve robotik alanlarındaki hızlı ilerlemesine dayanan yüksek teknoloji devriminin eşiğimize getirdiği ürün ve süreçlerden çarpıcı örnekler sundu. Kaku sunumun ardından Kule dergisinin sorularını yanıtladı. İşte teknolojinin getireceği sosyolojik ve felsefi sorunlardan bilimin geleceğine; sicim kuramından evrene, daha doğrusu evrenlere kadar uzanan söyleşimiz…

Teknoloji alanındaki hızlı gelişmenin olası sosyal ve politik sonuçları neler olabilir? Teknolojik ilerleme bilgisayar kullanabilenlerle “geri kalanlar” arasında açıldığı söylenen sayısal (dijital) uçurumu kapatacak mı sizce? 

Bir kere sayısal uçurum kehaneti gerçekleşmedi. Bugün yoksul çocuklar internette dolaşıyorlar. Tüm hayatları internet. Kendilerini orada buluyorlar. Sorun sayısal uçurum değil. Sorun işlerde. Örneğin ABD’de (ve herhalde Avrupa’da da) çalışılacak birçok iş var. Ama artık bunlar daha çok teknik birikim gerektiriyor. Ne var ki, insanları bu işler için yetiştirmiyoruz. Biz insanları 1950’lerde yaşamaları için yetiştiriyoruz. Üniversitelerin çoğundan mezun olan gençler, 1950’nin işleri için fevkalade hazır oluyorlar. Sorun şu ki, artık böyle işler yok.

Şimdi politikacılar sorunu nasıl görüyor; bilim nasıl görüyor, ona bir bakalım: Politikacılar, eski hukukçular olabilir. Hukukta kazançlarla kayıplar dengededir. İnsanları yola getirmek için dava edersiniz.

Hukukçular politikaya atıldıklarında da aynı şey söz konusudur. Kayıplar kazançları dengeler. İşleri yürütmek için halkı vergiye bağlarsınız. Dolayısıyla insanların pastadan aldıkları pay küçüldükçe küçülür. Ben bir bilimciyim ve bize daha büyük bir pasta gerektiğini düşünüyorum. Ben bir kuantum fizikçisiyim. Dünyanın zenginliğinin büyük kısmı kuantum fiziğinin icadı olan lazer ve transistöre dayalı. Demek ki bilim varlık yaratıyor. Ancak, çoğu kimse bunun farkında değil. Bilimi de sıfır toplam bir şey olarak görüyorlar. Zengin daha zengin, fakir daha fakir olduğu için, onlara göre zenginlerden daha çok vergi alınırsa işler düzelecek. Oysa işler öyle değil. O zaman yatırım mümkün olmaz. Zenginlerin daha da zenginleşmesinin nedeni, değişen iş pazarı. Zenginler, eğitimli olduklarından bilgisayarların ve internetin harika gücünden yararlanıyorlar, fakirin gelir kaynağıysa yalnızca iki eli. Zengini sonsuza kadar vergilendiremezsiniz. Dolayısıyla yapılacak iş zenginden alıp fakire vermek yerine, fakiri bu yeni sayısal uçurumda kendi kendine yeter hale getirmek için eğitim düzeyini yükseltmektir.
kaku2

Sunumunuzda önümüzdeki 20-30 yıl içinde göreceklerimizi anlattınız. Peki, daha da ileride teknolojinin bu hızlı ilerleyişi, beraberinde daha iyi bir yönetim, hatta bütünleşmiş bir dünya yönetimi getirir mi? 

Teknolojinin kısa dönemdeki etkisinin “daha fazla demokrasi“ olacağını düşünüyorum. Ancak demokrasinin kalitesi oy verenlerinki kadardır. İnsanlar aşırı milliyetçi, hatta sınırlar konusunda bencil olurlarsa uluslar arasında çatışmalar ileride de olacaktır. Dolayısıyla gelecekte de uluslar olacaktır; ama önemlerini giderek yitireceklerdir. Uluslar olacaktır, çünkü bir ulus içinde ortak bir dilimiz ve kültürümüz var. Vergilendirmeye, para birimine gelince, unutmayalım ki, ulusları, vergi toplamak, ulusal sınırlar içinde kârını artırmak için kapitalizm yarattı. Dolayısıyla ileride de vergiler olacak, ama bunlar daha global, bölgesel nitelik kazanacak. Daha şimdiden her yerde çocuklar bile iki dil konuşuyorlar. Bir tanesi bir Avrupa dili, öteki de kendi dilleri. 2100 yılındaysa artık yerel kültürün yanı sıra ikinci kültür, ”gezegen kültürü” olacak. Daha şimdiden bunu görüyoruz: Gezegen kültürü futbol ve rock’n roll. Her yerde gençlerin müziği aynı, giyim kuşam aynı. Yani, Tip-I uygarlıkta sosyal yaşam böyle olacak*.

Ünlü fütürist Ray Kurzweil, bilgisayarların insan beyninin paralel işlem gücünü kendi hızlarıyla birleştirmesiyle teknolojinin hızının olağanüstü artacağı ve bu yüzyılın sonunda insanların biyolojik olmaktan çıkıp biyolojimakine karışımı haline geleceğini öngörüyor. Ne dersiniz? 

Ben bir fizikçiyim. Dolayısıyla (önerilen bir şeyle ilgili olarak) ilk sorduğum fizik kurallarına aykırı olup olmadığıdır. Aykırı değilse o zaman sorulması gereken, bazı şeylerin ne zaman gerçekleşebileceğidir. Dolayısıyla ben de Ray Kurzweil’ın tez danışmanı olan, yapay zekânın babası Marvin Minsky’e sordum: Makineler ne zaman insanlar kadar akıllı olacak? Bana dedi ki, “Artık zaman konusunda kehanetlerde bulunmuyorum.” Çünkü 1960’larda, bugün hâlâ pişmanlık duyduğu kehanetlerde bulunmuştu. Şimdi ben Ray Kurzweil yanılıyor demiyorum. Öngörülerinden birçoğu pekala gerçekleşebilir; ama bana kalsa, bunları daha uzun bir zaman çerçevesine yerleştirirdim. Zamanla cyborg’laşmamız meselesine gelince, aslında bir anlamda olmuşuz bile.

“Teknolojinin kısa dönemdeki etkisinin ‘daha fazla demokrasi’ olacağını düşünüyorum. Ancak demokrasinin kalitesi oy verenlerinki kadardır.”

Kimileri insan bedeniyle oynanmasını itici buluyor; ama mağara adamı günlerimizden beri kendi bedenimizle oynuyoruz. En ilkel insanların vücutlarında dövmeler vardı. Bunlar vücudumuzu değiştirmenin en basit biçimleri. Şimdiyse iç kulak implantları, hiç olmazsa renkli noktaları ve insan siluetini gösterebilen yapay retinalar var. Günün birinde, uzaydan gelen yabancılarla karşılaşacağız. Bunlar kısmen biyoloik, kısmen mekanik olabilirler. Uzay yolculuğu çok tehlikeli, çok zorlu bir iştir. Astronotları böyle tehlikeli bir ortama sokmadan önce onları hem genetik hem de mekanik olarak geliştirmek isteyebilirler. Yine bazılarına itici gelebilir; ama torunlarımız insan vücudunda ne gibi değişimler yapmak istediklerine kendileri karar verecek. Örneğin, tasarlanmış çocuklar isteyebilirler. Bunların deneyleri şimdiden farelerde yapılıyor. Genleriyle oynanarak akıllı ya da gelişkin kaslara, iri vücuda sahip olanlar geliştirilebiliyor. Dolayısıyla ileride tasarımlı çocuklar yönünde bir eğilim olacaktır. Günümüzden yüz yıl sonra Tip-1 uygarlık haline geldiğimizde bazılarımız genetik, bazılarımız da mekanik olarak geliştirilmiş olabilir. Ama halk demokratik bir şekilde, bu teknolojiyi ne kadar geliştirmek istediğini oylayacaktır.

Kişisel görüşüme gelince, bu teknolojiyi kozmetik değil, tıbbi amaçlar için kullanmalıyız. Bunu yasalarla kısıtlamak gerekebilir; aksi halde insan ırkıyla kumar oynamış oluruz.

Bir sonraki kriz ne zaman olacak? 

80 yıllık aralıklarla bir devrim gerçekleşiyor, balon gibi genişliyor ve sonunda patlıyor. Önce buhar, sonra elektrik, ardından yüksek teknoloji. Dördüncüsü biyoteknoloji, nanoteknoloji ve yapay zekânın birleştiği moleküler bilim olacak. Ancak bu teknolojiler henüz yeterince gelişmemiş. Ama yine de birleşerek gelecek için servet yaratacaklar. Robot endüstrisi, otomobil endüstrisi kadar büyük olacak, herkesin bir sürü robotu olacak.
kaku3

“FİZİKÇİLERİN BİRÇOĞU KUANTUM KURAMININ ÇOKLU EVRENLER YORUMUNA EĞİLİM GÖSTERİYOR; ÇÜNKÜ ÇOKLU EVRENLERE İNANMAZSANIZ PEK ÇOK PARADOKSLA KARŞILAŞIYORSUNUZ.”

Peki, kriz ne zaman ve ne şekilde ortaya çıkacak? Robotlar isyan mı edecek? 

Biz mağara adamları ve mağara kadınlarıyız. Mağara adamları, sürüler halinde avlanırlardı. Sürü zihniyeti denen bir şey vardır. Genel akımın bir parçası olmak isteriz. Borsalar neden çöküyor? Sürü halinde liderin peşinden gittiğimiz için. Herkes, “Tamam para işte burada” diyor ve oraya yatırıyor. Bir kriz doğuyor ve balon patlıyor.

Sonra sil baştan. Bu ne yazık ki, insanın hamurunda var. Yasalar çıkardığımızda balonun büyümesini sınırlıyoruz; ancak ne yazık ki, şimdiki balon pek denetim altına alınmış değil. Dolayısıyla 80 yıl sonra yeni bir balon şişmeye başlayabilir. Dediğim gibi moleküler teknoloji henüz başlangıç aşamasında, meyvelerini derlemeye hayli zaman var.

Meyve demişken, sicim kuramınızdan bahsedelim. Sunumda gösterdiğiniz teknoloji, daha geniş bir perspektifle insan uygarlığı 20. yüzyılın iki büyük kuramına, görelilik ve kuantum mekaniğine dayanıyor ki, bunlar parçacıkları noktasal cisimler olarak kabul ediyor. Sicimlerse titreşen sicimlerin değişik frekansları olarak… Peki sicim kuramı doğru çıkarsa bunun da şimdikinden değişik teknolojik meyveleri olacak mı, yoksa yalnızca evren hakkındaki bilgilerimizi mi derinleştirecek? 

Evet ve hayır! Etki felsefi ve sosyal olacak, ama belki pratik etkiler de olabilir. Biraz felsefe yapalım: Çevremizde gördüğümüz her şeyi açıklayacak kadar zengin bir paradigma ne olabilir? Her şeydeki karmaşıklığı açıklayacak zenginlikteki tek paradigma müziktir. Müzikte bazı güzel melodiler oluyorsa, bunları meydana getiren titreşen sicimlerdir. DNA’ya bakın. DNA, yaşamı kodlar. Tüm yaşam, titreşen iki sicim üzerinde kodlanır. Dolayısıyla sicim kuramı, maddenin çeşitliliğini açıklayan bir paradigmadır ve felsefi açıdan güzeldir. Ama pratik açıdan sicim kuramı bir evrenler kuramıdır. Her çözümü bir evrene karşılık gelir.

Kaç evren olabilir sizce, 10.500 gibi bir sayıdan bahsediliyor… 

Evet, öyle bir hesap da var; ama biz sonsuz sayıda olduğunu düşünüyoruz. Işığa bakın. Işık, Maxwell’in denklemlerine uyar; ama Maxwell’in denklemlerinin sonsuz çözümü vardır; ampul, el feneri, lazer gibi. Sicim kuramının da sonsuz çözümü vardır. Bu çözümlerin her biri bir evren olduğuna göre de milyonlarca ve milyonlarca evren var demektir. Peki, bizim yaşadığımız evren? Kimileri diyor ki sicim kuramı bir evreni seçer ve bu evren de içinde bilincin bulunabildiği evrendir.

Antropik sicim kuramı… 

Evet, antropik ilke arka kapıdan sızıyor. Her neyse, bilinç, yaratılması son derece zor bir şeydir. Her şeyden önce kararlı madde gerektirir. Örneğin kararlı protonlar. Sicim kuramlarının büyük çoğunluğundaysa proton kararsızdır ve dağılır gider. Protonu sicim kuramında kararlı yapmak çok zordur. Dolayısıyla bize göre kararlı madde gerektiren bilinç ender bir şeydir ve tüm olası evrenler içinde bilinç bizim evrende mümkün olabilmiştir. Öteki evrenler var olabilir, ama onlar hakkında konuşacak kimse olmadığı için bir işe yaramazlar.

LHC’de Higgs bozonunun bulunmasıyla Standart Model büyük ölçüde tamamlandı deniyor. Ancak, LHC uzun bakımının ardından tam güçle, yani şimdikinin iki katı güçle çalışmaya başlayınca, karanlık madde parçacıkları ve ilave boyutların olası işaretlerini de aramaya başlayacak. Sizce bunların bulunma şansı nedir ve ne zaman bulunabilirler? 

Bir sonraki parçacığı ne zaman bulabileceğimizi kimse bilmiyor. Her şeyden önce, sözünü ettiğiniz Standart Model, yüzde 4’lük bir kuramdır. Evrenin yüzde 4’ü, Standart Model tarafından gayet güzel açıklanır. Gel gelelim yüzde 96 ortada yok. Onun için biz sicim kuramıyla yüzde 96’nın içini doldurmaya çalışıyoruz. Sorun bir estetik sorunu. Standart Model, bilimin gördüğü en çirkin kuramdır. En garip hayvanlardan olan bir aardvark (yerdomuzu), bir orniterenk ve bir de balina alın; bunları seloteyple birbirine bağlayın ve deyin ki, “Bu görmüş olduğunuz doğanın en güzel evrimsel başarısıdır; dünyada milyonlarca ve milyonlarca yıllık evrimin nihai ürünüdür!” Kimse Standart Model’in son kuram olduğu fikrinde değil. Hattâ kuramı ortaya koyanlar bile doğru dürüst bir model olamayacak kadar çirkin olduğu görüşündeler. Kütle çekimini kapsamıyor, üzerinde oynanabilecek 90 serbest parametre var. Üç kuşak kuark belirliyor; toplam 36 kuark eder. Dolayısıyla kimse bunun temel bir model olduğunu düşünmüyor. Dolayısıyla şimdi ötesi aranıyor.

“EVRENİ BİR ARADA TUTAN SÜPER SİMETRİYDİ, AMA BİZİM VAR OLMAMIZ İÇİN BU SÜPER SİMETRİNİN KIRILMASI GEREKİYORDU. VE SİMETRİ ÇATLADIĞINDA BÜYÜK PATLAMA MEYDANA GELDİ.” 

LHC Higgs parçacığını bularak Standart Modeli tamamladı ama biz bunun üzerinde başka bir oktav (ses ya da titreşim ölçeği) olduğunu düşünüyoruz. Eğer sicim kuramı doğruysa, Standart Model en düşük oktavdır. Daha yüksek oktavların süper parçacıklar (Sparticles – Sparçacıklar) olduğunu düşünüyoruz; ama bunların kütlelerini bilemiyoruz. Bunlar eğer çok ağır parçacıklarsa, bunları (hızlandırıcılarda) bulamayabiliriz. Şimdi Japon hükümeti, ekonomiyi canlandırmak ve prestij amacıyla LHC’nin halefi olacak Uluslararası Doğrusal Hızlandırıcı (ILC) projesinin peşinde koşuyor. Karanlık madde için en güçlü aday da fotonun süper karşılığı olan fotino. Kararlı ve yüksüz. Karanlık maddede aranan da zaten bu. Nötron gibi, onu da alsanız avucunuzdan yere geçer, dünyanın öteki ucuna kadar gittikten sonra geri gelir ve böyle gide gele salınmaya başlar. Bunun, tüm bu süper parçacıklar sınıfı için geçerli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü sicimler en alttan en üst perdeye kadar titreşimlerdir. LHC ve ILC bir sonraki kuşak parçacıkları bulabilirler de, bulmayabilirler de. Bunun için, simetri kırılmasının ölçeğini bilmemiz lazım ki, bunu bilmiyoruz. Evrenin başlangıcında süper simetri tarafından bir arada tutulan bir süper kuvvet olduğunu düşünüyoruz. Evrenimiz, ağaçlar, dağlar, hava, gezegenler, her şey kırılmış durumda. Evren paramparça. Ama zamanın başlangıcında evren mükemmeldi. Evreni bir arada tutan süper simetriydi, Ama bizim var olmamız için bu süper simetrinin kırılması gerekiyordu. Ve simetri çatladığında Büyük Patlama meydana geldi. Yani Büyük Patlama, süpersimetri kırılmasının bir ürünü. Ama bu kırılmanın ölçeğini, yani orijinal evrenin hangi şiddetle parçalandığını bilmiyoruz. Dolayısıyla kafamızdan bir değer koyuyoruz. Bu hoşumuza gitmiyor; ama ne yapalım. Özetle, bu parçacık çok ağırsa, onu bulamayabiliriz. Bu onun var olmadığı anlamına gelmez; makinelerimiz onu bulup çıkaracak kadar güçlü değil demektir. Ama ben iyimserim. Karanlık maddeyi oturma odalarımızda bulacağımızı düşünüyorum. Karanlık madde oturma odalarımızda bizle birlikte, çünkü dünya bir karanlık madde rüzgarına karşı hareket ediyor. Ama birbirleriyle pek ilişkiye giremiyorlar. Ama günün birinde dev bir kazan yapıp içini deterjanla doldurup bir karanlık madde parçacığının bir protona çarpıp parçalamasını bekleyeceğiz ve o zaman deneylere başlayabileceğiz.

Galiba İtalya’da bir süre önce benzer bir deneyde karanlık maddeyle ilgili olumlu işaretler gördüklerini açıklamışlardı. 

Evet, pozitif işaretler gördüklerini sandılar, ama sonraki deneylerden hiçbirinde bu sonuçlar görülemedi.

Sonsuz sayıda evren olduğunu söylediniz; kanıtlamak mümkün mü? 

Paralel evrenlerin varlığını ve Büyük Patlama’dan önce ne olduğunu deneysel olarak kanıtlamak mümkün olabilir. Belki on yıl içinde, LISA (Laser Interferometry Space Antenna – Lazer Girişimölçer Uzay Anteni) adlı aracı, Büyük Patlama’dan kaynaklandığı düşünülen kütleçekim dalgalarını aramak üzere uzaya gönderebileceğiz. Aradığımız evrenin bebeklik resimleri, ama evreni ana rahminden çıkarken, belki kendisini ana evrene bağlayan bir göbek kordonuyla birlikte görebiliriz. Bu nasıl olacak? Sicim kuramına göre, Büyük Patlama sonrasındaki radyasyona bakarak grafiği geriye doğru yürütüp Büyük Patlama öncesine götürebiliriz. Sicim kuramı size Büyük Patlama öncesi ve sonrasındaki evrenleri verir. Dolayısıyla Büyük Patlama sonrasındaki radyasyonu bildiğimizde zamanda geriye götürerek Büyük Patlama öncesi evrene ulaşabiliriz. Biliyoruz ki, evrenimiz genişleyen bir tür köpük. Bu bize Einstein’ın gösterdiği resim. Aynı kuram, bir “Multiverse” ya da “çoklu evrenler” içinde bir köpük banyosundaki gibi çok sayıda köpük olabilir ve bu köpükler çarpıştığında ya da bir köpük daha küçük köpüklere bölündüğünde bir Büyük Patlama meydana gelebilir. Dolayısıyla Büyük Patlama’nın bir “Multiverse” ürünü olduğunu düşünüyoruız.

Multiverse deyince sonsuz sayıda evreni mi kast ediyorsunuz, yoksa kuantum kuramının (mevcut yoruma alternatif) çoklu dünyalar yorumundaki gibi meydana gelen her olayda olası çözümlere ayrılan paralel evrenleri mi? 

Evet, ilişkili olmakla birlikte ötekinden biraz farklı. Ama fizikçilerin birçoğu kuantum kuramının çoklu evrenler yorumuna eğilim gösteriyor; çünkü çoklu evrenlere inanmazsanız pek çok paradoksla karşılaşıyorsunuz. Örneğin Eugene Wigner, Schrödinger’in kedisi probleminin, dalga fonksiyonunu çökertecek nihai gözlemcinin Tanrı olmasıyla çözülebileceğine inanıyordu. Yani aynı anda hem ölü hem de canlı olunabileceğini açıklamanın bir alternatifi, kozmik bir varlığın sizi gözetliyor ve kedinin canlı mı, ölü mü olacağına karar vermesi oluyordu. Çoklu evrenler yorumuysa daha basit bir açıklama getiriyor. Kedi hem ölüdür hem de canlıdır; çünkü evren (her birinde alternatiflerden biri bulunmak üzere) ikiye bölünür. Dolayısıyla arkadaşlarım ki, aralarında birçok Nobel Ödüllü bilimci var, çoklu evrenler kuramına sıcak bakıyorlar.

Röportaj: Raşit Gürdilek

Check Also

Sinir Sistemi Nesiller Boyunca Bilgiyi Aktarabiliyor

Hemen hemen tüm ekolojik ortamlarda bulunan nematotlar(iplik kurdu), üzerinde en çok çalışma yapılan organizma modellerindendir. ...