Ademin Dünyası

papatıklayın

ADEM`İN DÜNYASI

Adem, gök yüzünde her hangi bir yerde, her hangi bir yıldızda mı meydana getirildi?… Yoksa, dünya üzerinde mi?.”İnsan“ın daha önceden “insansı” diye isimlendirdiğimiz hâliyle dünya üzerinde “toprak“dan yaratıldığı yolundaki âyetlerle kesindir!…İşte bu yüzden, “Halife” ve dolayısıyla da “insan” olarak “meydana getirilen” Adem`in içinde yaşadığı “Cennet” Dünya üzerindeydi!. Dünya üzerinde, Cennet şartlarında yaşanıyordu…Olayın Dünya üzerinde cereyan ettiğinin ispatı Tâ-Ha Sûresinin 119. âyetidir:“Susuzluğa uğramak; GÜNEŞİN sıcağını çekmek de yok”!.

Şayet olay Dünya üzerinde cereyan etmese, niye burada Güneş`ten yanmaktan bahsolunsun?..

A`râf Sûresi`nin 20-22. âyetlerinde ise olayın seks kökenli bir gelişme gösterdiğine şöyle işaret ediliyor:

“Derken şeytan ayıp yerlerini kendilerine göstermek için ikisine de vesvese verdi ve dedi ki:

-Rabbım sizi başka bir şey için değil, sadece iki melek veya ölümsüzlerden olmanızı önlemek için yasaklamıştır..

Ve doğrusu ben size öğüt verenlerdenim..

“Şeytan onları aldatarak aşağı sarkıttı. Ağaçtan tadınca ayıp yerleri kendilerine göründü. Cennet yapraklarını üst üste yamayıp ayıp yerlerini örtmeya başladılar.” deniyor…

Adem, Dünya üzerinde ilâhi isimlerin bileşiminden meydana gelen bir formül; ve bu formülün eserlerinin ortaya çıkış mahalli olarak; bu isimlerin mânâları gereğini, her türlü vesvese ve vehimden beri bir biçimde ortaya koyarak yaşarken, O`nun bu hâli Cennet türü yaşam olarak nitelenmişti…

Hiç bir beşeri kayıt ve kısıtlama olmaksızın, sadece kendi varlığını meydana getiren o ilâhi isimlerin mânâlarını sınırsız bir biçimde ortaya koyuyor, bu özgür yaşam içindeki hâli, “Cenetteki yaşam” olarak tavsif ediliyordu.

Fakat, bu yaşam içinde iken Cenâb-ı Hak, O`nun yanında Havva`yı meydana getiriyor… Adem ile Havva kendilerindeki bu ilâhi isimlerin mânâsını tam hakkıyla Cennet denilen bir hâl içinde, Cennet yaşamı denilen bir hâl içinde yaşarken, Şeytan onları aldatarak aşağı sarkıttı.

Yani, onlara seksi empoze etti... Aşağı sarkıtmasının, anlamı, sekse dolayısıyla, beşeriyete, yani bedenle yaşamaya yöneltilmesi idi…

Adem ve Havva, beden kavramı olmadan evvel, kendilerini bir beden olarak kabullenme sınırlamasına girmedikleri için, özgürce her düşündüğünü tahakkuk ettirebiliyorlardı. Bahsi geçen “Yasak ağaç”, bize göre, seks kavramı idi!… Ağacın gövedsinden dallar ve meyvalar oluştuğu gibi; seksten de çocuklar, torunlar oluşuyordu.. Seksin getireceği üreme, yasak ağaç şeklinde sembolize edilmişti!..

Cinsel yaşamla birlikte Adem ve Havva`da kendi cinsiyetlerini farketme, edep yerlerini örtme ve kendilerini beden olarak kabullenme vehmi güçlendi.

Seksin, kişide kendini beden olarak hissetme hâlini nasıl meydana getirdiğini anlayabilmek için bazı eski kaynaklara bakmak gerekir.

Bu eski kaynaklara göre, insan bedeninde yedi şakra vardır. Baş`dan vucudun alt kısımlarına, kuyruk sokumuna doğru sıralanmış yedi şakra… Yani, yedi enerji merkezi mevcuttur. Bu yedi enerji merkezinin yedincisi de kuyruk sokumuna yakın bir noktada…

Bu enerji merkezinin harekete geçmesi, kişideki seks duygusunu, kendini beden kabul etme duygusunu kuvvetlendirir; ve bunun neticesinde de “Ruhânî güçlerini“, mâneviyata yönelme duygusunu kaybetme sonucunu meydana getirir!… Özellikle “anal seks“in yasaklanmasının gerçek sebebi de budur!.

Her ne kadar, neslin devamı için seks gerekli olsa dahi; veya Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın:

“Bana dünya-nız`dan üç şey sevdirildi; güzel koku, gözümün nûru namaz ve kadın!..”

şeklindeki açıklamasında, kadının erkekle birleşmesinin “İlâhi Tekliğe vuslat” anlamını taşımasını belirtmesine rağmen; belli bir düzeyde kendini bulamamış kişiler için seks, tamamen bedensel zevklerden ibaret ve de bu zevklerle kişinin kendisini kayıt altına almasına yol açan bir faaliyettir.

Belli bir kemâle ulaşmış kişi için seks, erkeğin kadında ilâhi vuslatı veya kadının erkekte ilâhi vuslatı olmasına karşın; kendini madde beden olarak kabul etmiş bir kişi için, bu kabul ediş, bedensellikte “kökleşme ve yerleşme” olarak değerlendirilebilir.

Yani, ustura, çok yararlı bir biçimde kullanılan bir araç olduğu gibi, bir insanın ölümüne yol açan bir araç da olabilir…

Şimdi, Adem`le Havva`nın Cennette, Cennet yaşamı içinde iken, kendilerini beden kabul etmeye yol açacak böyle bir fiille kayıtlanmaları, hâliyle bazı özelliklerinin perdelenmesine yol açmıştır…

Bu hâl, Adem`de belli bir idrâkı doğurmuş, ve bu perdelenme hâli,

“Rabimiz biz nefislerimize zulmettik” (7-23)demelerini getirmiştir…

Biz nefislerimize zulmettik” ifadesi çok anlamlı bir ifadedir.

Buradaki “Nefs`e zulmetme”nin mânâsı, konuyu derinlemesine bilmeyenlerin anladığı gibi; “Ben, Nefsime yani bedenime zulmettim” demek değil…

Nefsinize zulmetmeyin“in anlamı da “oruç tutup, aç kalıp bedeninize eziyet etmeyin” de değil!..

“Nefs“in hakikatı, ileride “nefs” bölümünde açıklayacağımız üzere, “İlâhi isimlerin işaret ettiği anlamlar ve bu ilâhi isimlerin hakikatı olan “Zâtî” Hakikat“tır!.

Gerçekte, kişinin, “kendi hakikatını tanıyamaması, bilememesi, bunun hakkını yerine getirememesi“, Din dilinde, tasavvufta “Nefs”e zulmetmek olarak târif edilir…

İşte Adem`in, “Biz nefislerimize zulmettik” demesi:

“Kendimizi bedensel varlık olarak kabul etmek sûretiyle yaptığımız bu fiil, bizim hakikatımızın gereğini yaşamamıza engel olmuş, böylece hakiki benliğimizin gereğini yerine getirmekten perdelenmişiz. Eğer bu durumumuzdan geri dönmezsek, ebediyyen bundan perdelenmiş olarak azap duyarız” anlamındadır.

Nitekim, bu idrâkın sonucunda oluşan bu pişmanlıktan sonra ne çare ki, “Bir kere görülen şey hiç görülmemiş gibi olmaz” esasına dayalı bir biçimde, Adem`de kendini beden olarak kabullenme esasını da oluşturmuş ve artık bunun neticesinde bedenî bir yaşam süre gitmiştir…

İşte, kendini bir beden olarak müşahede etme, tesbit etme, değerlendirme ve bunun gereğini yaşama hâli, “Adem ve Havva`nın, Cennet`den Dünya`ya indirilmesi” diye târif edilegelmiştir.

Yani, Adem ile Havva`nın, Cennet`den Dünya`ya indirilmesi bir “mekânsal” indirilme olmayıp; içinde yaşadıkları “Ruhâni güçlerle” tahakkuk etme hâlinden, bedeni kayıtlar ve kısıtlamalar yaşamına geçmeleridir… “Ahsen-i Takvim“in, “Esfeli sâfiliyn“e indirilmeleri de denmektedir buna…

İşte bundan sonradır ki, Adem nesli dünya üzerinde, dünyanın şartları içinde yaşamaya ve kendilerini bir beden olarak görme hâlini kolay kolay üstlerinden atamama cezasını çekmeye başlamışlardır; ki bu duruma;

“Dünya mü`minin sicciynidir”

şeklindeki Rasûlullah Aleyhisselâm açıklamasıyla işaret edilmiştir.

Öyleyse insan, dünyada yaşadığı sürece; kendini bir beden kabul ederek, bu bedene dönük yaşadığı sürece farketse de farketmese de Cehennem hayatı içindedir..

Cehennem hayatı deyince yalnızca ötede, gelecekte, maddî ateş olarak düşünmeyelim!.. Kişinin kendisindeki ruhânî güçleri veya bir diğer anlatımla kendi varlığında mevcut olan ilâhi isimlere dayalı sayısız kemâlâtı ve bu kemâlâtın getireceği özellikleri ve güzellikleri yaşayamama hâli de bir tür Cehennem hâlidir..

Evet, insanoğlu Dünya`da yaşadığı sürece, en rahat, en zevkli, en güzel günleri yaşasa dahi, gerçekte Cehennem`i yaşıyordur..

Ancak, nelerin yanında neleri kaybettiğini bilemediği için; sadece son derece sınırlı, mahdut şeyleri zevk diye bildiği için o, geçici bir süre zevkli bir yaşam sürdüğünü zanneder.

Ne varki o son derece kısıtlı, sınırlı zevkleri yaşamak sûreti ile ömrünü hebâ etmesi nedeniyle, neticede neleri kaybettiğini farkedince, kavrayınca, işte o zaman dünyada yaşadığı Cehennem bütünüyle açığa çıkar; ve o zaman kişi geçmişi telâfi imkanı kalmadığı için öyle bir pişmanlığa düşer ki, o pişmanlık ateşinin şiddeti hiç bir zâhir alevle, ateşle ölçülemez..

Bir insanın, düşündüğü, tasavvur ettiği, hayâl ettiği her şeyi gerçekleştirebildiği bir ortamı tasavvur edin!. İşte, en basit, en alt sınırlarıyla, Cennet hayatı…

İnsan“ın varlığında yer alan Allah`ın isimlerinden, “Hâlik” gibi bazı isimlerin mânâlarının neticesinde düşündüğü, tasavvur ettiği, hayâl ettiği her şeyi anında kuvveden fiîle, düşünceden tatbikata çıkartıyor. Cennet sözcüğünün ifade ettiği anlamın asgarisi, en alt sınırı bu!.

Tabii, bu hâle sahipken, kişinin bu hâli bir yitirmesi de Cennet`ten Dünya`ya iniş…

Adem`in, Cennet`den Dünya`ya inmesine sebep olan, vesile olan İblis…

İblis, Allah`dan uzaklığına yol açan kişi olarak Adem`i gördü. Çünkü, Adem`e secde etmemesi, yani Ulûhiyet kapsamından olan bir kısım özellikleri görememesi nedeniyle Allah`ın yakınlığından yani o esmâ ve sıfatla tahakkuk makamından tard oldu...

Azazil`in “İblis” adını alarak “şeytan” diye nitelendirilmesine içine düştüğü şu iltibas yani ikilem yolaçmıştı:

Allah`ı biliyor, kendi varlığının da O`nunla varolduğunu farkediyordu.. Yani kendini “Hak” olarak müşahede ediyor ve bundan dolayı da başkasına secde etmeyi yanlış buluyordu..

Bunun ötesinde bir de yapısal üstünlüğü vardı karşısına çıkan varlığa karşı..İşte bu üstünlük ona perde oluşturmuş, “hakikatsa bende de var, üstelik yapı olarak da ben ondan üstünüm, öyle ise niye secde edeyim” mantığını getirmişti..

“Ulûhiyet” kemâlâtı sonucu orada daha kapsamlı bir zuhur olabileceği ve secde ettiğinin de yine sonuçta Allah olacağı gerçeğini farkedemedi..

Ayrıca İblis, o yakınlığı meydana getiren esmâ`dan mahrum olduğu için, tabii hâl olan ayrılığı, yaşamak durumundaydı…

Buna mukabil Adem ise, yeryüzündeHalife” olarak meydana getirildi. Bu, “Halife” olarak meydana getirilişi sebebiyle Adem, Cennet`ten çıkmak mecburiyetinde idi!. Adem, o hatayı işlemekle yükümlüydü, mecburdu ki, “Hilâfet” görevi meydana gelsin!.

Adem, hatâ işlemekle nasıl “Halife” olur?.

Hemen aklımıza gelecek soru bu… Hiç, “Halife” hatâ yapar mı?. “Halife”, Cennet`den çıkacak kadar büyük bir hatâ yapar mı?…

Yapar!…

Yapması da icâbeder ki, “Halife“liği tam yerine gelsin!..

Ne dedik!.. “Allah, Adem`i kendi sûreti üzere” meydana getirmekle, lütuflu bir şekilde yarattı.

Yani, “Allah adem`i kendi sûreti üzere yarattı.” Yani, kendi isimlerinin mânâlarından oluşan bir bileşimle insanın mânevî sûretini meydana getirdi Adem`in…

Adem`in varlığı, ilâhi isimlerin toplamı… Bu ilâhi isimleri bir açıklamasında Rasûlullah Aleyhisselâm 99 isim olarak sayıyor. Tafsilâtında belki binlerle isim… Ama, hülâsa olarak, özet olarak 99 olarak isimlendiriliyor…

Adem`in yapısında bu 99 ismin mânâsı da mevcut.. Ama, eğer Cennet ile sınırlı kalsa idi yaşamı; Cennet`den çıkma zorunluluğu O`nun başına gelmeseydi, bu defa Adem`de meselâ, “Sabır” ismi zâhir olmayacaktı, tecellî etmeyecekti…

Ama, ne zaman ki Adem, Cennetten çıktı, dünya boyutu yaşamına indirildi; işte o anda öyle bir takım kısıtlamalarla, perdelenmelerle karşı karşıya kaldı ki, bunun neticesinde “Sabır” ismi tecelli etti.

Cennet yaşamında, “Sabır” ismi olmaz!..

Çünkü Cennet ehlinin her istediği şey, anında meydana gelir. Dolayısıyla “Sabır” ismine yer yoktur Cennet`de… Cennet yaşamını yaşayan varlıkta o isme yer kalmaz!…

Bunun gibi, “Gafur“, “Afuv” ismi, “Fettah” ismi ve bunun gibi bir çok isim, eğer Adem Cennet`de yaşamına devam etseydi, ortaya çıkmayacaktı…

Halbuki “Halife” olarak meydana gelmiş, yani bütün isimlerin toplamı olarak sûret-i mânevîyyesi meydana getirilmiş. Bu isimlerin hepsini ortaya çıkaracak… Öyleyse, dünyaya inmesi lâzımdı, Cennet`den çıkması lazımdı!…

Nitekim, âyette`de ona işaret ediliyor…

“Yeryüzünde Halife” diyor.. “Cennet`de, cennet için, Halife” olarak demiyor!… Yani, daha meydana getirilişinde, O`nun Cennet`den çıkıp, yeryüzünde yaşayacağına işaret ediliyor, bu o anda belirtiliyor!…

Ama, bunlar başına gelmeden evvel, o isimlerin toplamı olarak meydana getirilmesi ve O`ndaki esmânın güçlü bir şekilde varlığı, Cennet hâlini yaşamasına yol açıyor.

İşte İblis, her ne kadar Adem`e kötülük yaptığını, intikam aldığını sanıyor ise de, gerçekte Adem`in, “Hilâfet” görevini tam hakkıyla yerine getirmesini, “Halife” vasfını kazanmasına vesîle olmuştur!.. Dolayısıyle İblis, en büyük kötülüğü yapayım derken, “insan“a en büyük iyiliği yapan varlık durumuna gelmiştir…

İşte bu sebeple Adem ve O`nun nesli olan bütün insanlar, yer yüzünde her an bu ilâhi isimlerin mânâlarını ortaya koymak, açığa çıkarmak sûretiyle, “Fıtrî Hilâfet” görevini îfa etmektedirler; ki bu “Fıtrî Hilâfet” görevini yerine getirmesi de insanın, detaylarını “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” isimli kitapta açıkladığımız bir biçimde “İnsanın İslâm fıtratı üzere Dünya`ya getirilmesi”dir.

“Her insan İslâm Fıtratı üzere doğar…”

Yani, “insan“, Allah`a kulluğunu ifa etmek üzere, Allah`ın isimlerinin mânâlarını çeşitli şekillerde ortaya koymak üzere programlanmış olarak meydana gelir… “Daha sonra annesi-babası, onu Mecûsi, Nasrâni, Musevi, Müslüman yapar”… Ama, neticede her insan, İslâm fıtratı üzere gelir… Eğer “fıtrat” konusunu “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU” kitabından okumamışsanız, mutlaka okumanızı tavsiye ederim..

İşte, bu “İslâm Fıtratı” varlığındaki esmâ-i ilâhi’den dolayıdır… Bilse de bilmese de, idrâk etse de etmese de, gereğini yaşasa da yaşayamasa da…

İnsan, “İslâm Fıtratı” üzere, yani her an Allah`a, esmâsının özelliklerini açığa çıkarmak sûretiyle kulluğunu ifa eder bir biçimde dünya`ya gelmesine karşın; doğuşundan itibaren çeşitli şekillerle dışarıdan gelen bilgi bombardımanına tâbi tutulur. Bu bilgilerin çok büyük bir kısmı, içinde yaşadığı toplumun şartlanmaları biçimiyle meydana gelir…

Kişi, hangi çevrede yaşıyorsa, o çevrenin şartlanmalarını, gerçek ve mutlak değerlermiş gibi kabul eder! Bu kabul ediş, onun, varlığını, özünü, hakikatını, kendi varoluş gayesini; “Ben” dediği varlığın hakikatını tanımasına engel olan en büyük perdedir!…

İşte, Allah ile kul arasındaki “nâr”dan perdeleri meydana getiren en önemli yanılmalar bunlardır…

Bu yanlış bilgilendirme, şartlandırma, yanlış programlanma dolayısıyle o kişi, hemen hepimizin sandığı gibi, kendini bir beden kabul eder. “Ben bu bedenim” der… “Ayna`da gördüğüm bu varlığım” der.

Böylece de, “Halife” olarak varolduğunun idrâkından tamamiyle uzak bir biçimde, yeme içme, uyuma, rahat etme, seks ve her gördüğüne sahip olma, her gördüğüne hükmetme arzuları içinde yaşar… Bu yaşam biçimini Kur`ân:

“Onlar, belki hayvan sürüsü gibidirler, belki de daha aşağı.” (7-179)

diye tanımlar…

Bu arada bazı kişiler, farkettikleri birtakım işaretler, mesajlar veya belli düşünceler sonucunda, kendilerinin ne olduğunu araştırmağa başlarlar. ..

“Ben neyim?…

Kim`im?…

Nereden geldim, nereye gidiyorum?…

Benim varlığım ne, aslım ne?…

Ben, çürüyüp, kaybolup, yok olacak bir et-kemik beden miyim, yoksa bunun bir devamı mı var?…”

diye düşünmeğe başlar…

Biraz tahsil gördüyse, bilir ki, “Var olan hiç bir şey yok olmaz”!.

Var olan hiç bir şey yok olmayacağına göre; kendisinde bir bilinç var olduğuna göre; bu bilinç; bu bilinçle var olan kişilik de hiç bir zaman yok olmayacaktır!.

Ama, beden yok oluyor!…

O zaman anlar ki, “bu beden yok olmasına rağmen, ben yok olmayacağım!.. Yaşamıma devam edeceğim”!…

Bunu kavradığı zaman kişi, bu defa merak etmeğe başlar:

“Peki, beden yok olmasına rağmen, ben yok olmayacağıma göre; “Ben” neyim, kimim, nasıl bir varlığım?… Daha sonraki aşamalarda başıma neler gelecek, nelerle karşılaşacağım?”…

İşte bunları araştırmağa başlar…

Bunları araştırmağa başladığı zaman da bir yola girmiştir artık o!…

Hangi yola?… “Kendini tanıma” yoluna!.

Ama, “kendim” sözcüğü ile ne anladığı henüz meçhuldür!…

Evet!.. Diyor ki, “Ben bu beden değilim!… Ben bu beden değilim ama, neyim?… Bir ruh muyum?…”

“Ruh`sun!..” diyorlar…

“Ruh muyum, veya bir şuur muyum?. Düşünce miyim neyim?…”

İşte bu noktada insanlara ışık tutmak, insanları uyarmak, kendi özlerinin değerlerini ve güçlerini bildirmek sûretiyle onları müjdelemek…

Müjdelemeleri değerlendirmeye almayanların, kendi hakikatlerini bilmeleri istikametinde çalışmalar yapmayarak; geleceğe dönük çalışmalar yapmayarak ihmalkâr olanların, içine düşecekleri büyük azap ve pişmanlıkların uyarıcıları olarak, Nebîler, Rasûller gelmişlerdir.

Nebiler ve Rasûller , doğuştan, her hangi bir tanrıya tapınma duygusundan arınmış olarak dünyaya gelmiş insanlardır. Ötede bir “tanrı” kavramı yoktur onlarda!.

Bu arınmanın tam zirvesindeki “Hanîf” Nebi ve Rasûl, Muhammed Mustafa Aleyhisselâm’dır.

Öğülmüş, yüceltilmiş, ve “ıstıfa“dan “arınmış saf” gelen “Mustafa” ismi ile, tam arınmış; vehmi varlık kabullerinden tümüyle arınmak sûretiyle Allah`ın varlığını müşahede etmiş ve dolayısıyla her hangi bir tanrıya tapınmanın yersiz ve gereksiz olduğunu idrâk etmiş kişi… Onun için de diyor ki:

“Lailahe illâ Allah”

Tanrı yoktur; sadece Allah”!…

Yani, insanlar kelimei tevhidin derinliklerindeki şu anlamla uyarılmak isteniyor:

“Tanrıya tapınarak ömrünüzü heba etmeyin!.. Ömrünüzü israf etmeyin!..

Siz, ötede bir tanrı varsayıyorsunuz!.. Oysa ne ötede bir tanrı var, ne de sizin “ben” dediğiniz O`ndan ayrı bir varlık!. Bu, “bâtıl”dır; aslı, gerçeği olmayan boş bir var kabul ediştir!. Gerçekte asla böyle bir şey yok!… Bir tanrı, bir de siz diye bir ikilem kesinlikle sözkonusu değil!.

Lâilahe illallah” =Tanrı yok, yalnızca Allah

Bilin ki Allah, bir tanrı değildir… Allah`ın ne ezeli vardır, ne ebedi vardır!. O`nun, “içi” veya “dışı” diye bir kavramdan sözedilemez ki, içinde ve dışında ikinci bir varlık olsun!. Dolayısıyla siz, kendinize ait sandığınız bu varlık değilsiniz!…

Siz, Allah`ın varlığı ile var olan, O`nun varlığı ile kâim olan varlıksınız… Öyleyse, “Ben“liğinizin ne olduğunu tanıyın ki, “Rabbi“nizi bilmiş olun!.”

“Nefsine arif olan rabbine ârif olur”

Nefsi`nin ne olduğunu farkedip idrâk eden; Nefsi`nin hakikatının ne olduğunun bilen, “Rabbi“ni bilmiş olur. Çünkü, “Nefs” kelimesi ile kastedilen şeyin aslı, hakikatı, kendisi, Rabbindir senin!…

Rabbin; “Allah, Adem`i kendi sûreti üzere halketti” açıklamasında belirtilen, senin varlığını meydana getiren “Esmâ-i ilâhi”dir.

Dolayısıyla sen, kendi varlığını, “ben”liğini tanı ki, Rabbi`ni tanımış olasın!…

Dolayısıyla da, “Rabbim Allah`dır” de!.. ve böylece de ilâhi isimlerin mazharı ve ortaya koyucusu olarak, “Halife” olduğunu anla, idrâk et, ve gereğini yaşa!…

Aksi takdirde sen, “bir ben var, bir de ötemde tanrı” anlayışı içinde yaşarsan, Allah`a “şirk” koşmuş olursun!.

Zira bu durumda gerçekte mevcûd olan Allah`ın yanı sıra bir de tanrının varlığını tahayyül etmiş, varsaymış olursun; ki senin bu hâlin de Dinde, “şirk” diye ifade edilir…

Ve, böylece de, kendinin “Halife” oluşundan mahrum ve mahcup bir halde, yani perdeli olarak bu dünyadan geçer gidersin…

“Kim a`mâ olarak ölürse, öbür dünyada da, a`mâ olarak haşrolur”

Âyetinde belirtildiği üzere, burada “Halife” olduğunun idrâkını ve yaşantısını elde edemeyen, orada da elde edemez!.

Öyleyse, bunun en alt sınırı olan :

“Allah yanı sıra tanrı edinme!…” (28-88)

âyeti, bizi bu en alt sınır hakkında uyarır…

Evet!…

“Halife” kimdir?…

“İnsan-ı Kâmil“dir!…

Yeryüzündeki halife” kimdir?…

Adem nesli!.

“İnsansı“lar değil; yalnızca Adem ve Havva`dan gelen nesil olan “insan”lar!

İnsansı“lar, tekâmül etmiş türlerinin en gelişmişleri olarak, en iyi şekilde dünyayı yaşamak için, ellerinden ne geliyorsa yaşamak üzere hiç çekinmeden kan döküp, fesat çıkartarak yaşamlarına devam etmektedirler günümüzde de!. Onlarda ölümötesi yaşam kavramı ve buna dayalı olarak o yaşama hazırlanma gibi bir kaygıları hiç yoktur. Genlerindeki, beyinlerindeki özelliklerin sonucu olarak doğal, içgüdüsel yaşam şartlarıyla ömürlerini sürdürürler..

Öte yandan “insan”lar da öncelikle karşısındakini düşünen, maddeötesini, ölümötesini, varlığının hakikatını düşünen bir yapıya sahiptirler yine genlerinden gelen bir komutla!..

Bir de bu iki nesilden gelenlerin yaptığı birleşmeler dolayısıyla değişik genetik özelliklere sahip olup, iki yönlü hususiyetler ortaya koyan hadsiz hesapsız nesiller vardır…

“İnsan“ların sayısı, “İnsansı“lara göre bir hayli azdır…

“İnsan“lar, melekî etkiler sonucunda yaşamış oldukları “mutasyon“la oluşan genetik sıçrama, ve bunun sonucunda beyinlerinde üretilen anti-çekim kuvveti ile neticede cehennemden kurtularak “nurânî” bir bedenle cennet ortamına geçerler.. Bunların sayısını ve cehennem ortamında sonsuza dek kalacak “insansı“lara oranını Allah Rasûlü şöyle haber vermiştir:

-Cennete gireceklerin, sonsuza dek cehennemde kalacaklara oranı, bir siyah öküzün üzerindeki avuç ayası kadar beyaz kılların tüm gövdedeki kara kıllara oranıdır!.

“İnsan“ların kendi hakikatlarını tanıma yolunda yaptıkları çalışmalar, Dindeki mistisizmi meydana getirmiştir..

İşte Tasavvuf da insanın kendi aslını, orijinini bilme ve yaşama konusundaki çalışmaları esas alır.

Tasavvufun gayesi, kişinin, kendini meydana getiren bu Esmâ-i ilâhiyi tanıması, bilmesi ve bunu gereğini yaşayabilmesi hâli ve bu yolda yapılan çalışmalardır.

Bu mânâdaki “HİLÂFET“le, bugün zâhir`de, dünya üzerinde bir takım kişilerin konuştuğu veya peşinde koştuğu politik anlamdaki hükümranlık gayesine mâtuf “hilâfet“in, hiç bir alâkası yoktur!..

“Halife olma” özelliğini hissedip yaşayabilmek için tasavvufta yedi mertebe vardır. Nefsin kendini tanıma mertebeleri olan yedi mertebe…

Avam, yani bütün beşer normal olarak “Nefs-i Emmare” diye târif edilen mertebenin gereğini yaşarlar.

“Nefs-i Emmare”… Bedene dönük bir yaşam biçimi… Kendini beden kabul etme ve bedene dönük arzu ve istekleri yerine getirir tarzda yaşam biçimi!…

“Nefs-i Levvame”… Kendinin bu beden olmadığını, ölümötesi yaşamın süregideceğini idrâk; ve buna karşın ilminin gereği gibi hakkını verememe, buna dönük bir yaşam biçimine girememe dolayısıyla kişide meydana gelen pişmanlıklar…

“Nefs-i Mülhime”… Üçüncü derecesi, kişinin, kendinin bu beden olmadığı, bu bedenin ötesinde, ilâhi varlıkla kâim varlık olduğunu hissedişi, bunu ilham yollu alışı ve bu ilhamı değerlendirişi neticesindeki bir yaşam…İlham alan “nefs”, hakikatı ilham yollu algılayıp, değerlendirebilen bilinç anlamına, “Mülhime Nefs“…

Ve, bunun gereğini yaşama halinde tatmine ulaşmış, “Mutmainne Nefs”...

Ve, daha sonra, “Radiye Nefs”, “Mardiye Nefs” ve nihâyet “saf“laşmış nefis, “Nefs-i Safiye”…

İleride bu “Nefs” konusunu çok daha detaylı bir şekilde açıklamaya çalışacağız; orada “Nefs“in hakikatını, “Nefs“in ne olduğunu ve “Nefs“de nasıl gelişmeler sağlanacağını göreceksiniz.

Adem “nefs“inin hakikatını bilecek ve gereğini yaşayacak bir kapasite ile yaratıldığı için “halife” oldu “yeryüzünde“!..

Burada, “Adem” ismiyle, “İnsan“ı kastediyorum.

Esasen, bizim bildiğimiz Adem`in, yeryüzünde meydana gelen ilk Adem olmadığı yolunda bazı geçmiş beyanlar var. Yani, bizim neslimizin ilk insanı olan Adem, esas insanlığın başlangıcı olan Adem değil!..

.Kur`ân-ı Kerîm ‘in bahsettiği Adem, “insan“lığın başlangıcı olan Adem… Belki de yüzmilyonlarla ifade edilebilecek bir süre önce yaşamış olan Zât!..

Oysa, o Adem`den bu yana değişik sayıda Ademlerin yaşamış olduğu belirtiliyor…

Meselâ; Muhyiddin-i Arabi, “Fütühât-ı Mekkiye” isimli kitabında;

“Kâ`be ‘de tavaf sırasında bir zâta rastladığını, (tabii bu Zât, bildiğimiz maddi sûretli bir Zât değil, mânevî bir sûret olarak veya Ruh olarak diyelim), kendisine kim olduğunu sorduğunu; o zâtın da cevaben:

-Ben senin baban Adem`den kırk bin sene evvel yaşamış Adem`im” dediğini yazıyor…

Bunun gibi, Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ın torunlarından, bâtın ve zâhir ilimleri konusunda son derece vukuf sahibi çok değerli bir Zât olan İmam Cafer-i Sâdık da şöyle diyor:

“Sen sanıyorsun ki, Allah sizden başka beşer yaratmamıştır. Hayır!. Vallahi, Allah, bin kere bin Adem yaratmıştı ki, siz, o Ademlerin sonuncususunuz”!…

Öyle veya böyle, neticede ilk Adem, “Halife” olarak meydana gelmiştir; O`nun genetiğinden gelen bütün “insan“lar da aynı şekilde, Allah sûreti üzere, yani Esmâ-i ilâhînin değişik formüller şeklindeki bileşimler olarak meydana getmiştir..

Şimdi bizler için bütün mesele, bu “Hilâfet” hâlini, bilinçli olarak hissedip yaşayabilmektir…

Bunu, nasıl bileceğiz ve yaşayacağız?…

Bir insanın, “Halife” olmasını idrâk etmesi için önce, geniş kapsamlı bir bilgiye, ilme ihtiyacı vardır!…

Günümüzde bu, kısmen kolaylaşmıştır… Çünkü, eskiden mecaz yollu anlatılan pekçok şey, bugün bilimsel olarak açıklanıp izah edilebilmektedir.

Biz, gözümüzü bu bedende açıp, bu bedenin algılama kapasitesi sınırları içinde yaşam verilerini elde etmemiz yüzünden, doğal bir biçimde, kendimizi bu beden kabullenmekteyiz…

Dolayısıyla da gözün görme sınırları içindekilere “var“, gözün görme sınırları dışında kalanlara da, “yok” diyoruz…

Kezâ, kulak veya diğer algılayıcı organların kapasiteleri için de böyle…

Oysa varlık, gerçekte, bölünmez, parçalanmaz, tek bir tümel yapıdır!…

Eğer beş duyu verilerini sadece varlık kesitinden alınmış örnekler olarak kabul edip, ilim gözü ile, basiret gözü ile mevcudata bakarsak, bırakın daha derinlere inmeyi, atom boyutunda bile atomik bir bütünlük olarak karşımıza çıkar.

Çünkü, sizin vücudunuz atomlardan meydana gelmiştir.içinde soluduğunuz hava atomlardan meydana gelmiştir. Dolayısıyla, bütün bu atomlardan ibaret olan, içinde yaşadığımız ortam, tek bir homojen kütledir…

Yani, varlık daha atom boyutunda, tümel tekil yapıya döner!.

Kaldı ki, atom boyutu dahi, bizim beş duyuya dayalı ilim verilerine göre verdiğimiz bir hükümdür.

Eğer bu boyutun da altına doğru ilmimizle ilerlersek, o zaman görürüz ki bütün kainat, eni boyu, şekli, ağırlığı, mekânı, varlığı olmayan sonsuz sınırsız, Tek bir yapıdır…

İşte bunu idrâk edebilirsek anlarız ki, ben, sen, o, biz. siz, onlar, bunlar, şunlar yok!.. Tek bir varlık var. Yalnızca, “Ahad olan Allah“!.

Bunu da müşahede ettikten sonra, eğer düşünmeye devam edersek, o zaman da şunu görürüz;

Ahad olan Allah, kendisine ait sayısız mânâları dilediği şekilde seyr için, esmâ terkiplerinden oluşan sayısız formüllü mânâ kesitlerini algılayıcı varlıklar meydana getirmiş; ve o varlıklarda da algıladıkları nesnelere uygun mânâları oluşturmuştur.

Kâinatta var olan ana yapı, kendisini algılayan algılama aracının kapasitesine göre, özel bir kesitsel yapı olarak algılanır…

Gerçekte ise varolan sadece ve yalnızca Allah`ın vechidir!…

Yani, basit bir ifade ile söyleyelim…

Senin gözüne göre “var” olan, başka sınırlar içinde algılama kapasitesine sahip olan bir göze göre “yok”tur!.

İşte bunu anlayıp, hissedip, idrâk edip yaşayabilirsek o zaman ortaya şu çıkar:

“Var” olan, “BÂKΔ yalnızca “Allah” olduğuna göre, “sen” hiçbir zaman var olmamışsın!. Hep var olan, O idi!… O`dur!… O, olacaktır!…

İşte buna işaret olarak demişler ki:

“Kaldır kendini aradan, ortaya çıksın Yaradan…”

Zaten, âşikârdır Yaradan; Gören`e!…

Bunu anladığın zaman, hakkıyla “Halife” olursun… Hattâ ve hattâ…

Halife aynasında kendini seyreden, Allah olmuş olur!. O isim altında kendini seyretmekte olan, kendinden kendine tecelli etmiş olan, Allah olur..

İşte tam kemâliyle bu hâli yaşayan yeryüzündeki kişiye Tasavvuf lisânında “Gavs-ı Zaman” derler. Ve, bu hâli, kapasitesi nisbetinde yaşayan diğer zevat da “Ricâl-i Gayb” adı altında anılır…

Biz onları gördüğümüz zaman tanıyamayız. Çünkü, sûret olarak onlar da bize benzerler. Bizim gibi giyinir; bizim gibi otururlar kalkarlar; yerler içerler; çarşı pazarda dolaşırlar!. Tıpkı, Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm gibi!…

İnkârcılar da Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ı gördükleri zaman, “Bu ne biçim Peygamber?.. Allah`ın elçisi bizim gibi, yiyor, içiyor, aramızda dolaşıyor, çarşı pazarda alış veriş yapıyor!..” dediler…

Ama, O`nun müşahede ettiği, idrâk ettiği, yaşadığı Hilâfet sırlarından ve kemâlâtından mahrumdular. Allah`ın kulu ve Rasûlü olmasının ihtiva ettiği “Abdiyyet” sırrını müşâhede edemediler!.

Esasen, “Abdiyyet sırrı” ki, Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm, “Abdiyyet” Sırrı sonucu olarak kendisinde olan “Risâlet” Sırrı`nın çok üstündeki bir kemâlâta sahiptir.

Nitekim, Muhyiddin-i Arabi Hazretleri de :

“Bildim ki, Abdiyyet mertebesinden daha üstün hiç bir mertebe yoktur!..” demiştir..

Burada kastedilen “Abdiyyet”; ilâhi Esmâ`nın gereklerini yerine getirmek sûretiyle, kulluğu îfâ anlamındadır.

En geniş kapasitesiyle ilâhi isimleri açığa çıkarma hâli, tam bir kulluk halidir ki, bu kulluğun adı “Abdullah”dır…

Hazreti Rasûlullah Aleyhisselâm’ ın düşündüğümüz kadarıyla :

“Âhir zamanda benim neslimden bir kişi gelecek ki, O`nun adı benim babamın adıdır” diye işaret ettiği isim de “Abdullah” dır…

Hazreti Rasûlullah`ın babasının adı da, “Abdullah” idi…

Bununla demek istiyor ki:

Gelecek olan Zât, “Abdullah” olacaktır!. Yani, zâhirde bilindiği gibi O kişinin adı Abdullah değil muhtemelen.

“Benim babamın adıdır, O`nun adı”!…

“Babasının adı” derken; O, varlığıyla, “Abdullah” olacaktır, “Allah`ın kulu” olacaktır… Yani, Esmâ`dan her hangi birinin ağırlıklı zuhûru olarak değil, “Allah” isminin kulluğunu îfâ eder, mânâsında; “Bütün isimlere câmi bir varlığa sahip olacak” demektir…

“Abdullah” ismi ehlullah tarafından yedi Zâtî sıfatın zâhir olduğu “vâris Rasûl” olan mahal için kullanılılır, ki bu da “Halifetulllah”tır!… “Hakikat-ı Muhammedî” zuhûrudur!…

Bu yüzdendir ki Rasûlullah aleyhisselâm’a “Abdullah” denmiş ve “Abduhû” ifadesiyle de bu özelliklerine işaret edilmiştir.

Konuyu dağıtmayalım, fakat Abdullah isminin, “Hilâfet“le çok yakın bir alâkası var. Çünkü, “Abdiyyet” sırrı da, “Abdullah” ismi ile târif edilir ki, “Halife-i Tam” diyelim… Esasında, bütün insanlarda bu özellik var, ama bu “Hilâfet“i tam hakkıyla yaşayabilme hâli, Abdullah ismiyle tanınan, Abdiyyet sırrı`na ermiş kişiye aittir…

Öyleyse, insan için gaye, hedef, kendisine bahşedilmiş en büyük nimet, lütuf olan “Hilâfet sırrı”na ermek olmalıdır…

Çeşitli sohbetlerimizde, insanın Cennet hayatını yaşayabilmesi için gerekli olan şeyleri anlatmaya çalıştık… Şimdi üzerinde ağırlıklı olarak durduğumuz husus ise insanın “Halife” olarak kendini tanıması…

Halife olarak kişinin kendini tanıması için, önce Nefsi`nin hakikatını bilmesi gerekir.

“Nefs”inin hakikatını bilmesi için, bilincini arındırması gerekir.

“Nefs`ini arındırmış olan felâh bulmuştur...” ( 91-9)  hükmü, buna açık seçik işaret eder.

Nitekim, bu arınmayı yapmamış olanlar, Kur`ân‘daki işaretlerin mânâsını anlayamaz!…İşte bu yüzden de :

“Arınmamış olanlar dokunmasınlar, el sürmesinler” (56-79)

denmiştir.

Kur`ân`a, “tâhir olmayanlar”, “arınmamışlar el sürmesin”in mânâsı; git, suyla yıkan da Mushafı eline al, değildir!…

“Şuurundaki, necis olma hükmünü almış şirk anlayışından kurtulmadan, yanlış bilgilerden arınmadan, Kur`ân ‘da açıklanan sırları anlayamazsın!. Nefsinin bilincini şirk anlayışından arındır ki, Kur`ân ‘ı anlayabilesin” denmektedir…

Çünkü, “necis” olan “şirk”tir!.

“Müşrikler necistir” âyetindeki “necis“liğin karşılığı “tahir”liktir..işte bu yüzden, “Arınmamış olanlar, tâhir olmayanlar el sürmesin” buyruluyor…

Yani, şirkten arınmamış kişi; Ötesinde veya ötede bir tanrı düşünen kişi Kur`ân ‘ı anlayamaz!…içindeki sırrı çözemez!… Dolayısıyla, “Hilâfet” hakikatını hissedip yaşayamaz…

Öyle ise biz, önce, tanrı yoktur, tanrılık mefhumu yoktur, sadece Allah vardır, sırrını anlayacağız…

Sonra, Allah`ın ne olduğunu açıklayan “İhlâs” Sûresi’nin mânâsını anlayacağız. Böylece şirkten arınmış olacağız. Ondan sonra Nefsimizin ne olduğunu, “Nefs”imizin hakikatını anlama yolunda birtakım çalışmalar yapmak sûretiyle “Nefs”imizi tanıyacağız.

“Nefs”imizi tanımamız neticesinde de;

“Nefsine ârif olan Rabbına ârif olur”

Hükmü bizim için meydana gelecek..

Bu meydana gelme birtakım yararlı çalışmalarla,

“Kişi Allah`a öyle yakîn elde eder ki, Allah O`nun görür gözü, işitir kulağı, tutar eli, yürür ayağı olur”

hükmü ortaya çıkacak; gözümüzde gören, kulağımızda işiten, dilimizde söyleyen, elimizde tutan, ayağımızda yürüyenin Allah olduğunu, “Ayn-el Yakîn” ve “Hakk-el Yakîn” yaşayacağız…

İşte bütün bunların neticesinde “Hilâfet sırrı” bizde zuhûr etmiş, “Halife” olduğumuzu önce ilm-el yakîn, sonra ayn-el yakîn, sonra da Hakk-el yakîn yaşama lütfuna ve şerefine ermiş bulunacağız.

Dileğimiz odur ki,

Bütün bunları Allah, bize kolaylaştırmış ve takdir etmiş ola!…

Eğer bütün bunlar, bize takdir hükmü ile takdir edilmemiş ise, muhakkak ki bu konuda muvaffakiyet bizim için söz konusu değildir ve bu konuyla ilgilenemeyiz ve bu konuda da gereken çalışmayı yapamayız!…

Ancak, Allah bize bunu takdir etmişse, bu konuda yapılacak çalışmalar, araştırmalar bize kolaylaştırılır, o kolaylaştırma neticesinde biz bunlarla uğraşır, çalışır, çabalar ve o ilâhi takdir gereğince de o güzellikleri yaşarız..

bilincintıklayın

http://ahmedhulusi.org/

Check Also

Geri Dönüşü Olmayan İnsan Ruhunun Ölümsüz Yolculuğu