İnsan-ı Kamil – 37. Bölüm (Zebur)


İnsan-ı Kamil                                 Abdûlkerîm Ceylî

Bu eserden beklenen odur ki;
   Salik için , en yüce refikine ileten ola..
      Ama, ince, düşünceli, nazik, kibar arkadaş gibi..

 

 37. BÖLÜM

Z E B U R

 

ZEBUR:  Süryanî bir kelimedir.. Kitap manasına gelir..

Araplar, bu kelimeyi kullanmıştır..

Hatta Allah-u Taâlâ:

–  “İşledikleri her şey, ZÜBÜR’de vardı..”   ( 54/52 )

Buyurdu.. Ki burada: Zübür, kitaplar manasını gelir..

ZEBUR: Davud’a a.s. geldi..

Onun gelişi: Ayrıntılı âyetler halinde olmuştu..  Ancak, kendisine,
Allah tarafından gelip tamama erdikten sonra, kavmine çıkardı..

Yani: Onlara, parça parça âyetler halinde değil de;
toplu kitap olarak çıkarıp okudu..

Davud a.s. karşılıklı konuşma yönüyle insanların en kibarı idi..
Ahlâk karakter cihetiyle de, en güzeli..

ZEBUR okuduğu zaman: Vahşî hayvanlar ve kuşlar, yanına gelir
toplanır dururlardı..

Bedeni zayıf, boyu kısaydı.. Bu hali ile de çok kuvvetli idi..

Zamanında geçerli ilimlerde, çok ittıla sahibi idi..

Bilesin ki..

Bir peygambere gelen her kitap, onda bulunan bilgiler..
gerek bu kitap gerekse bu ilimler, ancak geldiği peygamberlerin
ilmi nisbetinde olurdu..

Bu, ilâhî bir hikmetti.. Ta ki.. O peygamber, getirdiğine
karşı cahil bulunmaya..

Anlatılan mana icabıdır ki: Fazilet yönüyle kitapların ayırd edilmesi,
kalana bakarak, geldiği peygamberin, Allah katında
ayırd edilmesine bağlıdır..

Bu sebepledir ki: Kur’an, Allah’ın peygamberlerine gönderdiği
kitapların en faziletlisidir..

Çünkü: Resulullah S.A. efendimiz, peygamberlerin en faziletlisidir..

Bu mana üzerine:

–  Hepsi Allah’ın kelâmıdır.. Bazısı, bazısından daha faziletli olamaz..

Diyecek olursan, sana Resulullah S.A. efendimizden rivayet edilen
şu hadis-i şerifi söyleriz:

–  “Fatiha  suresi,  Kur’an  âyetlerinin  en  faziletlisidir..”

Bu hadis-i şerife göre:

Kur’an’da fazilet yönüyle, âyetlerin bazısı bazısından
üstün olunca, toplu bir mana ile: Kalan kitapların da, birbirinden
 üstün olmalarına bir mani yoktur..

Bilesin ki..

ZEBUR: Çoğunlukla öğütlerden ibaretti. Kalanı :
Zatına lâyık şekilde ondaki Allah’a sena idi..

Şer’î yönden yol gösteren âyetler, bazı hususî âyetler idi..

Ancak gerek öğütler gerekse sena: İlâhî olan hakikî ilimler üzerine idi..

Onda bulunan başlıca ilim çeşitleri şunlardı:

1.  Mutlak vücuda dair ilimler..

2.  Yüce Hakkın yaptığı tecellilere ait ilim..

3.  Bir şeyi, emre hazır ve amade kılmak..
Ayrıca tedbir ilmi..

4.  Mevcudat hakikatlerinin iktiza ettiği ilim..

5.  Kabiliyetler ve istidatlar ilmi..

6.  Tabiiyet ilmi..

7.  Riyazat ilmi..

8.  Konuşmak ilmi..

9.  Hilkat ilmi..

10.  Hikmet ilmi..

11.  Feraset ilmi..

Bunların dışında kalan daha başka ilimler de vardı..

Ancak, bu ilimler işaret yollu söylenmiştir..

Açıktan söylenenler: İzharında zarar olmayan, Allah’ın sırlarından
herhangi bir sırrın, açılıp yayılmasına götürmeyecek şekilde idi..

Davud a.s. çok ibadet ederdi..

İlâhî bir keşif ihsanı ile, kuş dilini bilirdi.. İlâhî bir güç sayesinde
onlarla konuşurdu..

Manalardan hangisini istiyorsa.. onların kulağına ulaştırırdı..

Ama, hangi lafızla isterse..

 

Burada bir noktayı belirtmek icab edecek..

 

Anlatılan konuşma:  Bu babda bir bilgisi olmayanların
sandığı gibi değildir..

Böylesi: Kendinden bir kanı ile:

–  Yalnız kuş dili lugatına göre konuşurdu..

 

Der.. Yani: Kuşlara has bir terimle..

 

Böyle bir kanaat doğru değildir..

 

O, kuşların çeşitli seslerine göre sözlerini anlardı.. O seslerin
delâlet ettiği manaları da bilirdi..

Haliyle bu: İlâhî bir keşif yoluyla olurdu..

Bu mana, Davud’un a.s. oğlu Süleyman’ın şu cümlesi ile anlaşılır:

 

–  “Bize kuş dili öğretildi..”   ( 27/16 )

 

Bu konuşma durumu, onlarda sürüp gitti..

 

Bu sebeple sanan sandı ki: Kuşların, kendilerine göre
bir lûgatı var; o lûgatla birbirleriyle konuşurlar..

Davud’un anlayışı da o lûgata dayanır.. Halbuki,
 böyle bir kanaat yanlıştır..

Onlardan çıkan ancak bir sestir.. Bu ses, kendilerine göre,
malum bir manada çıkmaz..

 

Şöyle olur: Onlardan birine bir hal gelir.. Bu halin sonucu,

o kuştan bir ses çıkar.. O sesi, ilâhî bir ilhamla diğer kuş anlar..

 

Bu anlayış ise.. onda bulunan ruhî lûtuftan ileri gelir..

 

O kuşa bir başka hal geldiği zaman, öbür ses gibi yine bir ses çıkarır..
Aynı ses gibi de olabilir; başka türlü de..

 

Bunu da anlayan anlar.. İster kuşlardan olsun;isterse diğerlerinden..
Haliyle bu anlayış da, yine ilâhî bir ilhamla olur..

 

Davud a.s. sair hayvanatı da anlardı.. Onlardan bir ses çıkınca,
o  sesin manasını anlardı; bilirdi..

 

Haliyle bu:İlâhî keşfe dayanan bir ilimle olurdu..

Davud a.s. onlarla konuşmayı dilediği zaman konuşurdu..

 

Bu konuşma, ister Süryanî lûgatı ile olsun; isterse, diğer bir dille.
 İsterse, hayvanata ait seslerle..

 

O sözü, o hayvan anlardı.. Haliyle, ilâhî bir kuvvetle.. ki
o kuvveti, Allah-u Taâlâ Davud a.s. için kelâmına kondurmuştu..

 

Davud a.s. ve Süleyman a.s. için Allah’ın ihsan eylediği bu kuvvet,

sadece ikisinde kalmış değildir..  Sadece,
onlarla bırakılmış değildir..

 

Zira bu: Bütün halifelere şamil olan bir iştir..Halifelerden kasdım:

Hilâfet-i Kübra’ya sahip olan halifelerdir..

 

Davud a.s.ve Süleyman’a a.s.has olan bu hal, bir zuhur ve
bir taleb yolu ile olmuştur.. Bir bakıma peygamberliğin icabı olarak..

 

Halbuki, efrad ve aktabdan her biri için, bu varlık ülkesinde
 tasarruf vardır..

Bunlardan her biri: Gecede ve gündüzde neler olur, onu dahi bilirler;
 kuş dillerini bilmek bunun yanında hiç kalır..

 

Bu manada Şiblî rh. Der ki:

 

–  Kara karınca, kara taş üstünde, karanlık bir gecede yürür de,
ben onun ayak sesini duymazsam, kendim için:

–  Ben, kandırılmışım; Rabbımın mekre uğramışıyım..

Derim..

Başka bir zat ise, şöyle demiştir:

–  Ben o gibi hareketleri anlamadığımı nasıl söyleyebilirim?..

Onun hareket için hazırlanışı, benim gücümle olmaktadır..

Onu hareket ettiren benim.. Nasıl onu anlamadığımı, söyleyebilirim..

Hem de, onu hareket ettiren olarak..

 

Bir gün, Resulullah S.A. efendimiz, cin tayfasına mensup birini tuttu;
 mescidin direğine bağlamak istedi..

Sonra, Süleyman a.s. peygamberin duâsını hatırlayınca, salıverdi..

 

O dua şuydu:

–  “Ya Rabbi, bana öyle bir mülk hibe et ki: Benden sonra, hiç kimseye uymasın..” ( 38/35 )


Bu vaka, gerek Süleyman peygamberin a.s. durumunu;
gerekse, anlatılan işlerin olacağını ve olduğunu tasdik yollu anlatır..

Yukarıda geçen âyetle anlatılan manadan murad:

O gibi işlerin, hilafet-i kübra ile zuhuru ve onu alanlara kalmasıdır..

İşbu duâ sebebi iledir ki: Ona nasib olan hal, kendisinden sonra
hiç kimsede kemâl üzere olmamıştır..

 

Haliyle bu, her şeyde değil; bazı şeylerde..

 

Peygamberlerde zuhura gelen bazı şeyler vardır ki,
onlar evliyada da olmuştur..

Allah onlardan razı olsun..

 

Bilesin ki..

 

ZEBUR: İşarette, ef’al sıfatlarının tecellilerinden ibarettir..

TEVRAT: Yalnız, sıfat isimlerinin tecellileri cümlesinden ibarettir..

İNCİL: Yalnız, zat isimlerinin tecellilerinden ibarettir..

 

FURKAN: Mutlak olarak, cümle isimlerin ve sıfatların tecellilerinden ibarettir..
Bu tecelliler, ister zata bağlı bulunsun; isterse sıfata..

KUR’AN: Sırf zattan ibarettir..

Nitekim, KUR’AN, Furkan ve Tevrat üzerine yukarıda kelâm edildi..

Burada daha çok, ZEBUR, üzerinde durulacaktır..

Daha öncede anlatıldığı gibi, ZEBUR fiilere bağlı sıfatların
tecellilerinden ibarettir..

Bu hali ile o: İlâhî iktidara bağlı parça fiilerin tafsilidir..

İşbu sebebledir ki: Âleme halife oldu.. ZEBUR’da, vahiy yolu ile
 kendisine gelen hükümleri zuhura getirdi..

Bu mananın bir icabı olarak:

Sabit dağları yürütüyordu..

 

Sert çelik demiri yumuşak hali getiriyordu..

 

Bütün çeşitleri ile, mahlukata hükmünü geçiriyordu..

 

Bundan sonra, mülküne, oğlu Süleyman a.s. varis oldu..

Süleyman a.s. Davud’dan miras aldı.. Davud a.s. ise Hak’tan..

Böyle olunca: Davud a.s. daha faziletli oldu.. Çünkü ona hilâfeti Hak verdi..

Ve ona şu özel hitabı yaptı:

_  “Ey  Davud, seni  yerde  halife  eyledik..”   ( 38/26 )

 Süleyman a.s. için böyle yapmadı.. Ancak buna, talebi sonunda,
kısıtlı bir yoldan verdi..

Davud a.s. böyle bir talepte bulunmadı.. Zira biliyordu ki:

Hilâfet zâhir ve batın olarak, hiç kimsenin inhisarı altında olamaz..
Nitekim kendisine de, ancak zâhir yolundan verildi..

Nitekim bu manayı, Allah-u Taâlâ’nın Süleyman a.s. için verdiği
 şu haberde görebilirsin..

Süleyman a.s. dedi ki:

–  “Ya Rabbi, bana öyle bir mülkü hibe et ki: Benden sonra, hiç kimseye uymasın..”  ( 38/35 )

 Onun bu talebine karşılık şu cevabı aldı:

–  “Biz rüzgârı emrine amade kıldık.. emri ile yürüdü..”  ( 38/36 )

Görülüyor ki, Süleyman’a verilen ilâhî iktidar, burada sayılıdır..

–  Ona talebini verdik..

             Demiyor..         

Zira böyle olması mümkün değildir.. Halktan birine bağlanması
imkânsızdır..

Zira o hilâfet, ilâhî bir seçime bağlıdır..

Sebebine gelince: Ne zaman ve hangi zuhur yerinde Hak zatı
ile zâhir olursa.. o zuhur yeri, Allah’ın halifesidir..

Şu âyet-i kerime, anlatılan manaya işarettir..

–  “Gerçektenzikirden–Tevrattan–sonra, ZÜBÜR’e yazdık:
Yere salih kullarım varis olacaklardır..”   ( 21 / 105 )

 Burada, salihlerden murad: İlâhî verasete ehil olan kimselerdir..

Yerden murad ise: Halka bağlı manalarla, Hakka ait
tecelliler arasında munhasır kalan, bu varlığın hakikatleridir..

Şu âyet-i kerime ise.. anlatılan hakikatlere işaret eder:

–  “Yerim geniştir.. Ancak bana ibadet  ediniz..”   ( 29/65 )

 Bu anlatılanları dinleyip anladıktan sonra:

–  Süleyman a.s. duâsı makbuldür.. Şu itibara göre:

Memleket-i Kübra, Allahtan başka hiç kimseye uymaz.. Allah ise..
 Süleyman’ın a.s. hakikatıdır..  Bu sebeple onun duâsı sağlamdır.

Diyecek olursan, doğrusun..

Şayet:

–  Süleyman’ın a.s. duâsı makbul olmamıştır.

Yani: Hilâfetin kendi inhisarına verilmesi itibarına göre..
Çünkü bu hilâfet kendisinden başka: Efrada ve aktaba da verildiği sahihtir..

Diyecek olursan.. yine doğrusun..

Biz, anlatacağımızı anlattık.. Hangisini dilersen.. onu
nazar-ı itibara al..

Davud a.s. hilâfetin sadece kendisine bırakılamayacağını biliyordu..
Onun için, böyle bir talebi yapmadı.. bıraktı..

Ama Süleyman a.s. ilâhî bir edep olarak o talebi yaptı..

İlâhî zuhur yerlerinde tek olmayı istiyordu..

Yani: Hakkı olan manevî nüfuzunu, tek başına onlara geçirmek için..

Böyle bir şeyin olması, her nekadar imkânsız ise de, talebi yerindedir..
Zira, ilâhî çember geniştir.. Varlık imkânları da bu talebe müsaittir..

Ama, hiç kimse bilemez: Yaptığı bu yollu talebi, kendisine uyar mı,
 yoksa uymaz mı?..

İşte.. anlatılan mana ve bu mana makamlarının icabı olarak,
Allah-u Taâlâ evliyasının halinden haber verdi..

Şöyle buyurdu:

–  “Allah’ın kadrini, zatına lâyık olacak şekilde takdir edemediler..” ( 6 / 91 )

 Şöyle buyurdu:

–  “Sübhan Rabbın, onların yaptığı vasıftan yana yücedir.. İzzet sahibidir..” ( 37 / 180 )

 Bu yönden bakılınca, hilâfetin tek kişiye kalması imkânsızdır..

Bunun içindir ki, Hz. Sıdık r.a.şöyle buyurdu:

–  İdrâkı kavramaktan yana acizlik, idrâktır..

Resulullah S.A. efendimiz ise, şöyle buyurdu:

–  “Senin, zatını sena ettiğin gibi sana sena edemem..”

 Resulullah S.A. efendimiz, bu hadis-i şerifi ile, olması mümkün olmayan
bir şeyin talebi babında edebe büründü..Rabbının kemâli babında
 aczini itiraf etti..

Halbuki, Resulullah S.A. efendimiz, Süleyman’dan a.s.
 daha fazla rabbını biliyordu..

Bunu, şundan anlıyoruz ki:

Süleyman a.s. nihayeti olanı bildi; onun husulünü taleb etti..

Muhammed S.A. ise.. nihayeti olmayanı bildi; edebe büründü;
 kavrama imkânı olmayanı talepten geçti..

–  Edebe büründü..

Demekten kasdım; şu demektir:

– O şeyin husulü  babında yapacağı duâyı terk edişi..

Sebebine gelince: Biliyordu ki, bu inhisarı Allah hiç kimseye yapmaz..

Çünkü o: Zatî bir özellik taşır..

Ve.. Allah-u Taâlâ onu: Halkı dışında zatı için seçmiştir..

Hele şu iki zatın marifeti arasındaki farka bak..

Biri, Rabbını bilme babında; bir sınır bilip orada kalıyor..

Öbürü de, Rabba karşı marifet babında sınırsızdır.. Onu bilmenin
 sonsuzluğuna kaildir..

Bu makam icabıdır ki: Muhammedî vasıf taşıyan velîler
nice şeyler söylemişlerdir..

Şeyhimiz Abdülkadir Geylânî r.a. şöyle buyurmuştur:

–  Ey peygamberler zümresi, size bir nam verildi.. Ama bize
öyle şeyler verildi ki, o size verilmedi..

Bu rivayeti, Muhiddin b. Arabî r.a. FÜTUHAT-I MEKKİYE adlı eserine
 almıştır.. Senedini  Geylâni Hz. ne kadar götürüp,
rivayeti onun dilinden nakletmiştir..

Şeyh Velî Eb’ül Gays b. Cemil ise, şöyle demiştir:

–  Biz öyle bir denize daldık ki, peygamberler onun sahilinde kaldı..

Bu sözlerin her nekadar tevil yolu varsa da, şunu söylememiz icab eder:

–  Bizim mezhebimize göre: Mutlak peygamber, mutlak veliden efdaldır..

Bu kitabın belli yerinde: Nübüvet ve velâyet üzerine söz edilecektir..

Allah-u Taâlâ dilerse..

Doğruya hidayeti nasib eden Allah’tır..

 <– geriileri –>

Check Also

İnsan-ı Kamil – Abdûlkerîm Ceylî

             İnsan-ı Kamil                                 Abdûlkerîm Ceylî              Bu eserden beklenen odur ki; Salik için , en ...