İnsan-ı Kamil – 15. Bölüm (Zat Tecelligâhı)

İnsan-ı Kamil                                 Abdûlkerîm Ceylî


Bu eserden beklenen odur ki;

Salik için , en yüce refikîne ileten ola..
Ama, ince, düşünceli, nazik, kibar arkadaş gibi..

 

15. BÖLÜM

ZAT  TECELLİGÂHI

Esen yellerle gelen ZAT için sende tad vardır;
Onun dışında kalan ise, tümden parçalardır..

Temiz tecellidir, vasfedilenin vasfından da;
Onda bir şey yok, ne itibar ne izafet vardır..

Güneş gibi açılır kapanır, vasfı yıldızlar;
Yok gibi, hükmen onun için isbat vardır..

Karanlıktır; onda sabah, onda şafak aransa;
Yerine gelmeyince, yolcularda şaşma vardır..

Onu kasd ederek nice deliller yola düştü;
Şimalleri unuttu, onda şaşırmaca vardır..

Gizli yoldur, ne resmi vardır ne de alâmeti;
Ona varmak zordur, koruyan yücelikler vardır..

Onun için yol karışıktır, öğretene de zor;
Onun ötesinde mefhum sırra duraklar vardır..

Katışıksız oluşundan akıl ona yol bulamaz;
Hiç katılamaz, fikir için kokusuzluk vardır..

Ne hidayet ateşine yollarda bir işaret;
Ne de takva için yol gösteren aydınlık vardır..

Öyle yollardır ki, başında deliller koyulur;
Orada, ne yaşama ne de ölmeleri vardır..

Vasıfları oldu, izzet denizinde boğulmak;
Hiç vefa yoktur, onun özünde ölüler vardır..

Onun nihayeti için de yol bulunamaz;
İsimle, sıfatla da bu zatta yücelik vardır..

Önce ZAT üzerinde bir tarif yapalım.. Bunu yapalım ki bilesin..
ZAT: Mutlak vücuddan ibarettir..

Vücudu burada, sadece:
–  Var..
Manasına kabul etmek icab eder..

Mutlak’ı dahi: Tam bir bağımsızlık, olarak almalıdır..

Mana, yukarıda anlatıldığı gibi olunca;itibarların, izafetlerin, nisbet bağlantılarının,
vecihlerin tümden düşmesi icab eder..

Burada, bir noktaya dikkat edilmesi icab edecek..  Anlatılan şeyler için:

–  Tümden düşmesi icab eder..
Demeyi, hiçbir şekilde:

–  Mutlak vücud olan ZAT’ın dışına atmak..

Manasına almak değildir.. Tam tersine, itibarları ve diğerlerini,
mutlak vücud cümlesinden saymak icab eder..

Bu:

– Mutlak vücud..

Dediğimiz, sadece bir ZAT’ tan ibarettir..

Öyle bir sadelik ki: Onda hiçbir zuhur düşünülemez..
Özellikle: İsmin, vasfın, nisbetin, izafetin ve diğer zuhuru gereken şeylerin..

Sözü geçen şeylerden yana, herhangi bir zuhur olursa..
Bu zuhuru, zuhur ettiği yere bağlamak icab eder;sade ve sırf ZAT’a değil..

Çünkü: ZAT parçalanma kabul etmez; bütünleri ve parçaları kapsamına alır..
O, özünde böyledir..

Nisbetlere ve izafetlerle gelince:Bunları ZAT’ın bekasında bilmelidir..
Hatta daha ileri bir mana ile: ZAT’ın ahadiyet saltanatı  altında,
kimliklerini erimiş bilmek gerekir..

ZAT’ta; bir vasfa, yahut bir isme, yahut vasfa itibar edildiği zaman bu:
O itibar edilen müşahede makamının hükmü olur; ZAT’ın değil..

ZAT’ın durumu:

–  Mutlak vücud..Şeklinde anlattığımız manaya göredir..

Dikkat edilirse:

– Kadim vücud.. Vacib vücud…
Demiyoruz.. Ta ki o: Bu gibi tabir bağları ile bağlanmaya..

Ancak, şunu da ifade etmek icab eder ki, burada:
ZAT’tan murad olunan mana: Kadim, vacib var olan ZAT’tır..

Bunu da, böyle bilmeli ki:

– Mutlak vücud..
Sözümüzden onu:

–  M u t l a k..
Tabiri ile de, bağlamış olmayalım..

Kaldı ki, böyle bir manayı:

–  M u t l a k..
Tabirinden de çıkarmak  mümkün değildir..  Zira, mutlakın kendisinde,
şekillerden herhangi biri ile, hiçbir bağın olmayışıdır..

Yani: Tam bir bağımsızlık..

Bu manayı anlamaya çalış.. Cidden, bu mana çok dikkat edilmesi
gereken konudur..

ZAT’ın kendi özelliği içindeki durumunu yukarıda anlattık..
Şimdi, onun kendine has makamdan inişi üzerinde duralım..

Bu da, bilmen gereken bir mevzudur..

ZAT. Kendi sadeliğinden ve sırf olma durumundan indiği zaman;
onun üç tecelligâhı olur..

Yine bu üç tecelli makamı, onun sadeliği ve sırflığı içindedir; ona bağlıdır..

Şimdi, o üç tecelligâhı saymaya geçelim..

BİRİNCİ TECELLİGÂH:  Ahadiyettir..

Burada, ZAT’ın inişi: İtibarlardan, izafetlerden, isimlerden ve sıfatlardan
bir şey için değildir.. Hatta  sayılanların dışında kalan bir şey için de değildir..

Sayılanlardan hiç birinin onda zuhuru yoktur..

Sırf ZAT’tır..

Ancak sadeliğinden inişi hükmüne göre:

– Ahadiyet nisbeti..
Denip bağlanmıştır..

İKİNCİ TECELLİGÂH:  Hüviyettir..

Burada da, yine önce anlatılan; izafet vb. şeylerin zuhuru yoktur..
Ancak, ahadiyetin zuhuru vardır..

Bu makamda, hüviyet, ZAT’ın sadeliğine katılmıştır..

Ancak, ahadiyetin, ZAT’a katılması gibi değildir.. Ahadiyet daha ileri geçer..
Bu, biraz daha akla yakındır..

Sebebi: Bu makamdaki gizlilik, akıl yolu ile bilinsin..

–  O.. HU

Demek sureti ile, gaibe bir işaret yolu bulunsun..

Bu mana, burada ancak bu kadar anlatılır; anla..

ÜÇÜNCÜ TECELLİGÂH:  Enniyettir..

Bu makamda da, yine diğerleri için bir zuhur yolu yoktur..
Ama, hüviyetin zuhuru vardır..

Burada da; ZAT’ın sadeliğine katılma vardır..
Lâkin hüviyetin katılmasına benzemez.. Bu, biraz daha iniktir..
Halk cephesine, maddî sayılanlara biraz daha dönüktür..

Sebebi de: Sonradan yaratılan hâdis şeyler, huzur ve hazır gibi manalar
akıl yolu ile bilinsin..

Haliyle bu gibi şeyler, yani : Sonradan yaratılan hâdis şeyler, rütbe itibarı ile:

–   Akıl yolu ile bilinen, saklı ve gaib..

Durumları ile tabir edilen şeylerden bize daha yakındır..

Bu manayı iyi anla ki, âyetle belirteceğimiz hususları kavrayabilesin..

Düşün ki: yüce Allah:

–  “O.. BEN.. ALLAH..”  (İnnehû Ene Allâhu) ( 27 / 9 )
Buyurdu.. Bu yüce kelâmdaki:

–  “BEN..”  ( 27 / 9 )

Kelimesi, ahadiyete işaret sayılır..
Çünkü o, sırf isbattır.. Onda bir takyid, yani: Bağlılık yoktur..

Aynı şekilde, ahadiyet sırf mutlak ZAT’tır.. Kendi dışında bir şeyle bağlılığı yoktur..

–  “O..”  ( 27 / 9 )

Zamiri ise.. ahadiyete mülhak olan hüviyete işarettir..
İş bu mana icabıdır ki: Benlikle terkib edilerek meydana çıktı..

Böylece:

–  “BEN..”  ( 27 / 9 )
Kelimesi, inniyet ahadiyetine mülhak olan  hüviyete işaret oluyor..

İş, anlatıldığı gibi olunca: “O” dan başladı; “BEN’e” dayandı.. Haberde  de karar kıldı..
O haber ise:

–  “ALLAH..”  ( 27 / 9 )
Lafza-i celâlidir..

İşbu haber, nüzul yollu bir geri dönüşle

–  “BEN..”  ( 27 / 9 )

Kelimesine dayandı.. Böylece: Ahadiyet ve hüviyet derecesinde bir enniyet,
yani :BENLİK oldu..

Bütün bu anlatılan manaları, bir arada topladığımız zaman kalan:
Sırf sade ZAT’tan ibarettir..

Yukarıda anlatılan, üç tecelligâh dışında ZAT’a yalnız bir vahidiyet tecelligâhı kalır..
Bu vahidiyete ise:

–  Ulûhiyet..

Tabir edilir.. Ki bu da: Vahidiyet mertebesinden ayrılıp gelir..  Böylece:

–  A L L A H ..
Adını almaya hak kazanır..

Üstte geçen âyet-i kerimenin tertibi de, anlattığımız manaya delâlet eder..
Bunu da düşün; anla..

Yukarıda dediklerimizi anladınsa, sana ZAT üzerine başka bir mana kapısı açalım..
Anlayışına göre, oradan gir ve bil..

ZAT’a mensub olanlar kendilerinde:

–  Latife-i ilâhiye..
Bulunan kimselerden ibarettir..

İşbu manayı daha önce:

–  Yüce Hak bir kuluna tecelli eder ve kendi varlığında fenaya vardırırsa..
onun yerine: İLÂHÎ LATİFE yerleştirir..

Şeklinde sarf ettiğimiz bir cümle ile de anlatmıştık..

Yukarıda anlatılan LATİFE iki şekilde olur:

a)  Z A T Î..
b)  S I F A T Î..

Şimdi bunların manasını açalım.

.Anlatılan latife, ZATÎ olduğu zaman, insana bağlanan bu heykel:
kâmil ferd olur.. Her şeyi özünde toplayan bir gavs olur..

Bu varlığın işleri onda çevrilir..
Yapılan secde ve rükûlar onun için olur..
Yüce Allah âlemi onunla korur..

– Mehdî ve Hâtem..
Tabirleri, onu anlatmak için kullanılır..

İşte.. HALİFE, odur..

Âdem’in a.s. kıssasında geçen işaret bu manayadır..

Bu mana icabıdır ki: Varlıkların öz hakikatleri onun emrini edaya koştular..
Tıpkı: Demirin mıknatısın kucağına atıldığı gibi..

Anlatılan LATİFE’ye: ZAT yönünden sahib olan kimsenin kahrı altında,
kâinat kahrolur..

O kimse, sahib olduğu bu güçle istediğini yapar..
Hiçbir şey, ona kapalı değildir..

Bütün bunların o velîde var oluşu;o ilâhî LATİFE’nin:
Sırf, sade ZAT olarak var oluşuna bağlanır..

Bu manadaki ZAT tek yönlü olarak, hiçbir rütbeye bağlı değildir..
Ne ilâhî olan Hakka has rütbelere.. ne de, kula ait halka mahsus rütbelere..

Böylece, varlıklara ait rütbelerden, her rütbenin hakkını verir..
İster ilâhî olsun, isterse halkî..

Bu makamda bulunana, hakikat vergilerinden hiçbirini,
sahibine vermeye engel olan bir şey bulunmaz..

ZAT için bir bağlılık olabilir; hatta tutuculuk da..

İşbu bağlayıcı ve tutucu şey, isim olabilir.. Hakka has bir vasıf da olabilir.
Halka mahsus bir vasıf da olabilir..

Ama, daha önce anlatılan makamda bulunan ZAT için,
böyle bir tutucu durum yoktur..

Çünkü o:  Sade bir ZAT’tır.. Bilfiil eşya onun katındadır.. Bilkuvve değil..
Zira, arada bir engel yoktur..

Eşyanın ZAT vasfını alanlarda, bazen bilkuvve bulunuşu; bazen de bilfiil gelişi:
Anlatılan engellerin gelişine ve kalkışına göredir..

Burada, anlatılan ZAT’a gelen bazı badireleri ve ondan sadır olan
bazı halleri de nazara almak icab eder..

Bu badirelerde, engellerin kalkışı durur..

Bu duruşu; bir hale, bir vakte, bir sıfata, ya da önce anlatılan bazı sebeplere
bağlamak gerekir..

Fakat.. asıl anlattığımız öz ZAT, bütün bu anlatılanların hepsinden temizdir..

Bu mana, şu âyet-i kerime ile daha güzel anlaşılır:

–  “Her şeye yaratılış hakkını verdi; sonra hidayet etti..”   ( 20 / 50 )

Burada, bu kadar.. Daha ileri gidemeyiz…

Ehlullah, ZAT bahsi şöyle dursun; ahadiyet bahsine bile engel olmuşlardır..

Eğer böyle olmasaydı; ZAT üzerine çok şeyler anlatırdık..
İşitilmemiş, görülmemiş tecellilerini söylerdik..

Hayrengiz, ilâhî ve sırf  ZATΠ yüceliklerden anlatırdık.. Anlattıklarımızda, ne isim
ne resim kalırdı; ne de vasıf..

Bunların dışında kalanlar için dahi, orada bir kıpırdama ve bir giriş hakkı yoktur..

Biz, manalarımızı, kendi gayb anahtarlarını alarak;
saklı  gayb hazinelerinden indirdik..

Onları, safha safha alıp; en güzel ibare ve en ince tabirlerle,
bu şehadet âlemine çıkardık..

Ve.. o anahtarlarla, akılların kapalı kilitlerini açtık..

Şunun için ki: Kul devesi, vusûl deliklerinden onun ZAT cennetine girsin..
Yani: Onun, nurlar ve zulmetlerle kaplı, sıfat perdeleri ile saklı cennetine..

Son olarak şu âyet-i kerimeyi okuyalım ve ZAT bahsini burada bitirmiş olalım:

– “Allah, dilediğini nuruna ulaştırır.. Allah, insanlar için misaller getirir..
Allah, her şeyi bilendir..”   ( 24
/ 35 )

<– geriileri –>

Check Also

İnsan-ı Kamil – Abdûlkerîm Ceylî

             İnsan-ı Kamil                                 Abdûlkerîm Ceylî              Bu eserden beklenen odur ki; Salik için , en ...