Balığın Karnı

“Lâ ilâhe illâ ente subhaneke inni küntü minez zâliymin.”icerik_ah

Hz. Yunus Aleyhisselâm`ın tesbihi diye geçer..

Rivayete göre, Kur`ân`ın zâhirde algılanan anlamına göre…

Hz. Yunus, insanlara ilâhi hakikatları anlatmış; ama insanlar bunu anlamayınca, anlatılanlara riayet etmeyince, o da kızmış, onları bırakmış, bir gemi ile yolculuğa çıkmış…

Bir müddet sonra, açık denizde iken gemidekilerden birinin eşyası kaybolmuş… Aramışlar eşyayı, Yunus’un torbasında bulmuşlar… Ve “bunu sen çaldın” demişler…

Tabii ki, Yunus Nebinin hiçbir şeyden haberi yok!. Ama, gemi yetkilileri, suçun cezası olarak onu denize atmışlar…

Hz. Yunus’u, büyük bir balık yutmuş…

Balığın karnında iken Hz. Yunus, “Ben ne yaptım?.. Bir nebi olduğum halde niçin insanlara tebliğ görevimi terk ettim?..” diye hayıflanmış… Ve yukarıdaki âyette geçen:

Ya Rabbi, ben nefsime zulmettim, zâlimlerden oldum!” cümlesini söylemiş..

Bunun üzerine balık karaya yanaşmış… Hz.Yunus, balığın karnından çıkarak insanları irşâd görevine devam etmiş…

Hikâye ve rivâyet ve misâl yollu anlatım böyle!

Öbür yanda, bir âyette şöyle der, meâlen:

“Biz insanlara çeşitli misâller verdik. Artık bu misâller üzerine tefekkür edip, akıllarını kullanarak bu misâllerle neyi anlatmak istediğimizi anlasınlar diye”.

Yani, ana olay o verilen misâl değil, misâlle işaret edilmek istenen manâ ve gerçeklerdir.

Kur`ân, bu misâlle neyi anlatmak istiyor?..

Bunu anlayın, tefekkür edin, idrâk edin” diyor!

Hz. Yunus, aldığı vahiy sonucu, insanların tanrılarına tapınmasının yanlış olduğunu, tanrılardan medet ummanın hata olduğunu, ne şekil çalışmalar yapmak suretiyle, neleri elde edebileceklerini anlattı insanlara…

Ama bu konuda başarılı olamadı.

Başarılı olamayınca da, bu başarısızlığı kendine mal etti.

Hidâyet Allah’tandır!” gerçeğinden perdelenmek suretiyle, anlatıp da inandıramamanın başarısızlığını da kendinden bildi. Bu sebeple de insanlara yaptığı tebligat işini bıraktı. Kendisini salıp koyverdi…

Kendini salıp koyvermesi, “balığın karnına girmesi” diye anlatılan olayı meydana getirdi.

Balık, Dünya’dır. Dünyayı temsil eder.

Yani, Hz.Yunus kendini dünya işlerine bıraktı. Fakat daha sonra, dünya işleri ile meşgul iken, vahiy ile Rabbi`nden bir mesaj aldı.

Hidâyeti ben veririm.. Sen hidâyet edecek değilsin!. Sen sadece bir uyarıcı, tebliğ edicisin.. Rasûllerin görevi tebliğ etmektir, hidâyet etmek değil! Zira ancak, Allah’ın hidâyet ettikleri, hidâyet bulur. Hidâyet etmediklerini de ne kadar uyarırsan uyar, hidâyet bulacak değillerdir.”

İşte bunu farkedince, yani, kendisinin hidâyet edici değil, uyarıcı olduğu gerçeğini fark edince, bu perdelenmeden dolayı:

İnniy küntü minez zaliymin“ “ Ben nefsime zulmettim… Nefsimin hakkını veremedim…” dedi.

Cenâb-ı Hak`kın bendeki zuhur-u kemâli, tebliğ etmek üzeredir, hidâyet etmek üzere değil!.. Dolayısıyla ben, Nefsimin hakkını hakkıyla eda edemedim” diyerek yanlışını anladı..

Bu yanlışı anlamanın neticesinde ise, balığın karnından çıktı.

Yani;

Dünya ile uğraşmayı bir yana koydu. Yeniden, nübüvvet görevinin gereği olarak insanları uyarmaya başladı.

Ve ondan sonra da, o toplumdaki insanlar, Cenâb-ı Hak`kın hidâyeti ile, ihsanı ile birlikte, bir takım gerçekleri görüp, ona göre yollarını çizmeye başladılar.

Burada ibret almamız gereken konu:

İnsanlara bir takım bilgileri aktarırken bizim sadece ilâhi hidâyete vesile olmak durumunda olduğumuzu, “hidâyetin,” yani “sadece gerçek olanları görebilmek” hâlinin, Cenâb-ı Hak`kın ihsanı ile mümkün olduğunu bilmemizdir.

Toparlarsak…

Biz insanlara gerçekleri gösteremeyiz!.. Ancak, onların gerçekleri görmeleri için birer vesileyiz, bilgiyi aktarırız.Cenâb-ı Hak, dilediği kimsenin basiretini açmışsa, o da, bu basireti ile gerçekleri görür. İşte bu,“Hidâyet Allah`tandır” gerçeğinin idrâkidir.

Biz anlatacağız, görevimizi yapacağız. Ondan sonra kenara çekileceğiz. Gerisi bize ait değil!

Anlattıklarımızın her biri, bu ilmi değerlendirir veya değerlendirmez!. Kendinin bileceği bir şey… Biz burada sadece isteyene, talep edene vereceğiz. İsteği veya talebi yoksa, onu bu konuda zorlayamayız.

Kişiye, böyle bir bilgiden haberi olmaması ihtimaline karşın, bu konuyu açacaksın!.

Bak, böyle bir gerçek var!. İslâmiyeti anlamak insana esas iki konuda fayda sağlar. Sen belli çalışmalar yaparak kendi geleceğini inşa edeceksin. İhmal edersen, sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaksın!. Dışarıdan biri beni nasıl olsa bağışlar, diye düşünme!. Çünkü öyle bir şey yok“; diye ona bu bilgiyi verecek, uyarıda bulunacaksın.

Ondan sonra o, senden bu bilgilerin devamını talep ederse, gerisini de aktarırsın!. İstemezse, ilgilenmezse, bir daha bu konuyu ve konuları hiç açmazsın!..

Ancak, birine bu konuyu açtıysan, o da bu konuları dinleyip anladıysa, daha sonra da, “bu konular beni hiç ilgilendirmiyor” deyip gittiyse; ikinci defa artık ona bu konuları açmana gerek yok!. Onun yanında bu konulardan hiç bahsetmeyeceksin!.

Senin vazifen, bilmeyene bildirmek!. Eğer bundan sonra, o, bu ilmi kendi heva ve heveslerine uyup terk etti ise, artık senin yapacağın bir şey yoktur!..

Çünkü ne ben ne de sizler, bir hoca, bir şeyh, bir din adamı değiliz!. Hiç birimizin böyle bir vasfımız yok!. Bizim özelliğimiz, bilgileri, sadece, bilmeyenle paylaşmaktır. Bundan sonra görevimiz burada biter!.

Biz insanları zorlayıcı değiliz!. Eğer o insanlar öğrenmiş, denemiş, fayda görmeyip gitmişlerse, artık onlara bu konuda ikinci defa yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.

Çünkü, denemişler, yararını görmemişler ve çekip gitmişlerdir!.

Deneyip de yararını görmeyen bir insanın aynı şeye ikinci defa ilgi duyması beklenemez!..

Buna karşın, yaptıkları çalışmalardan “yarar görüyorum” diyenler de elbette ki, yararını gördükleri sürece devam ederler. Onlar için de doğal olan budur.

*  *  *

Sizlerin çektiğiniz tesbihlerden biri :

“LÂ HAVLE VE LÂ KUVVETE İLLÂ BİLLÂH”…

Bu, şu demek: “Kuvvet ve kudret sahibi olan sadece Allah’tır”!.

İşin mikro plânına baktığımızda, virüsler, bakteriler boyutuna; bunlar birbirlerini yiyorlar. Güçlü, güçsüzü yiyor!.

Biraz daha büyüklerine bakıyorsun, karıncalar boyutunda da güçlü olan güçsüzünü yiyor…

Biraz daha büyük boyuta gidiyorsun… Güçlü olan aslan, güçsüz olan ceylânı parçalayıp yiyor. Timsah ne bulursa gücü nisbetinde, yakaladığını parçalayıp yiyor.

İnsan da kendinden güçsüzünü yakalayıp, parçalayıp yiyor!. Balık, kuş ya da koyun farketmiyor!

Her bir güçlü, güçsüzü yiyor!… Ama o güçlü de, kendisinden daha bir güçlünün yanında güçsüz kalıyor.

Güç denen, kudret denen şey, yaratılmışlarda hep göresel, izâfidir. Bir varlığa göre güçlü olan, başka bir varlığa göre acîz durumundadır.

Yaradılmışlardaki güç, kuvvet ve kudret izâfi ve geçici!.. Ama sonuçta, tüm yaradılmışlarda ortak olan vasıf “ACZ”dir.

Her ne kadar, biri diğerine göre güçlü gibi gözüküyorsa da, Allah, bir birimde güç, kuvvet ve kudret izhar ettiği içindir ki, o birim güçlü gibi gözükür

Bir diğer varlığa göre, Allah kudret izhar ettiği içindir ki bir birim, kudretli ve güçlüdür.

Halbuki kendisinden daha kudretli olanın yanında ise âcîz durumda!.

Yaratılmışların tümü, istisnasız olarak hakikat itibariyle “ACZ” ile mâlûldür.

Kendisinde izhar olunan kudret geçici, âcz ise bakîdir!.

Mutlak kudret ve kuvvet yalnızca yaradan Allah’a aittir!.

İşte yukarıdaki tesbihte bunu anlayıp, bunu idrak edeceğiz. Bunu düşünüp, bunu hissedip, diyeceğiz ki:

Gerçek kudret ve kuvvet sahibi sadece Yaratıcıdır. Varlıklar da, Yaratıcının gücünü izhar ettiği zaman güçlüdür. Ama o güçlü de başka bir kudret izharına karşı güçsüz durumdadır. Dolayısıyla, bütün yaratılmışlar acz ile vasıflanmıştır”.

Bunu iyi idrâk etmek lâzım!.

Bir kişinin bu gerçeği idrâk etmesi demek, o kişide artık kendini büyük görme, böbürlenme, gururlanma gibi hâllerin kalkmış olması demektir.

Artık o kişi, izhar olan kudretin yanında, gerçekte acz içinde olduğunun idrâki içindedir.

Acz içinde olduğunu idrak edende büyüklenme, böbürlenme, gururlanma olmaz!. Kendini bir başka varlığa karşı büyük görmez!..

Kendinde bir varlık görememenin; kendisinin acz içinde olduğunu görmenin sonucu, kendisindeki kemâl sıfatlarının Allah’a ait olduğu müşahedesini getirir…

Kendindeki kemâl sıfatlarının zuhuru “ADN” denen cenneti doğurur. Onun içindir ki;

Rasûlullah s.a.v.:

Kendini büyük görenler, kibirlenenler Adn cennetine giremez!.” buyurmuştur.

Bu hâdisin mânâsını, kendisinde bir varlık, kuvvet ve kudret gören “şirki hafî” ehli bunu anlayamaz!. Varlığındaki ilâhi sıfatlardan gelen büyüklüğü müşahede edemez!. Onun sonucunu da elbette ki yaşayamaz!..

Adn” cenneti yaşamı, ilâhi sıfatların birimden zuhûru ile yaşanan hâl demektir. Kendini diğer varlıklardan daha güçlü, daha kudretli olarak gören birim, Allah’ın sıfatlarını nefsani sıfatlarıyla örtme durumundadır ki; ilâhi sıfatları örtme durumunun adı da “küfür”dür!. Neticesi de, o izhar ettiği şeyin hakikatını yaşayamamaktır.

Öyleyse bir kişi, bu anlatılan idrak kendisinde ortaya çıktığı ve hazmettiği zaman;

“Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh” demiş olur!.

Adn”, cennetlerden birinin adıdır. Sıfat cennetidir…

İlâhi sıfatların kişiden zuhuru hâlinde, yaşanılanların adıdır.

Havl” kelimesi de kuvvet anlamınadır. Türkçe’ye “kuvvet” olarak çevirebiliriz. Yani, her hangi bir kuvvetin, birimin kendisinden izharı ile, açığa çıkan ahvâl.

Hz. Yunus’un, “Balığın karnından çıktıktan sonra, hâlsiz kalıp; kıyıda kabak türü bir bitkinin yaprakları altında dinlendi, yaprak ona gölge yaptı, gölgeledi,” diye anlatılan durumu ise;

Onun kendisindeki nübüvvet kemâlâtının, beşeriyet sûreti altında açığa çıkmasıdır.

Beşeriyet sûretini Dünya sûreti olarak anlayacağız.

Bu durum bütün Nebi ve Rasûllerde böyledir.

Çünkü biz, Hz. Rasûlullah’a baktığımız zaman beşer olarak görürüz. Bizim gibi yiyip içip, uyuyup, konuşup, eğlenen insanlar olarak gördüğümüz için, tüm Nebi ve Rasûlleri inkâr ederiz.

Fakat, onları sırf kerâmetleri yönüyle de görürsek gene inkâr ederiz. Çünkü, “Bizim gibi değil, o özel bir insan. O halde özel olduğu için bunları yapıyor,” deriz.

Yani, Allah Rasûl veya Nebisi iki yönü kendisinde birleştirir.

İlâhi nûrun zuhûru yanı!

Beşerî yanı!.

Eğer bunlardan birincisi ile açığa çıkarsa biz onu inkâr etme durumuna gireriz. Çünkü, “bizden farklı bir varlık,” deriz

Beşeri yanı ile görürsek, “bizden ne farkı var?” diye inkâr ederiz…

Onun içindir ki, bir Rasûl’de bu iki yönün de açığa çıkması lâzım!.

Yunus Aleyhisselâm`ın denizden çıkması demek, ilmin nuru ile parlaması demektir.

İlmin nuru ile parlayan Nebinin, mutlaka beşeriyet yanı ile dengelenmesi lâzım ki, imân edilsin, inkâr edilmesin

İşte oradaki “kabak yaprağının gölgesi” de, Dünyanın gölgesidir. Dünyanın gölgesi de Allah Nebisinin beşeriyet yanıdır.

Gemi ise, onun ilim üzerinde dünyayı gezmesidir. Yani, “gemi” zahîr yaşamı ifade eder.

Yunus Emre de bir şiirinde der ki;

“Çokları gemiye bindi, lâkin denize dalmadılar.”

Yani, ilmin zâhirinde kalıp, zâhirin bâtını olan “hakikat``i müşahede edemediler.

Gemi, Şeriat`tır.. Deniz, Hakikat`tir.

Şeriat demek, işin zâhir plânı demektir. İşin zâhiri ile oyalanmak, zâhiri ile yaşamı devam ettirmek demektir.

Cumanız mübarek olsun!. Allah hepinizin muîni olsun!..

Check Also

Geri Dönüşü Olmayan İnsan Ruhunun Ölümsüz Yolculuğu